Çok değer verdiğim birinin hediyesidir bana, Tutunamayanlar. Edebiyatı çok sevmese de en sevdiği kitap olduğunu söyler, okumamı rica ederdi hep. Tehlikeli oyunlarını okumuştum Oğuz Atay’ın. Daha dört yüz yetmiş dokuz sayfayı okurken vücut olarak hissizleşmeye başladığımı hatırlamıştım. Yedi yüz yirmi dört sayfayı nasıl okuyacağımı düşündüm. Kitapsızlaşmaya başlıyordum. (okuyacak kitap bulamama durumu) Odamın yansıyan ışığından beni izliyordu Selim Işık, ezbere bildiğim şiirleri açıp açıp okurken. Benliğime yenik düşmemek için çabalarken lafa tutuyordu beni Turgut Özben. Benden önce babam başlamıştı o kâğıda dökmeye kelime dahi bulmakta zorlanacağım kitaba. Bir ay oldu. İki ay. Her kitap sonrası babamla kitap tartışması yapardık, kitabın bittiği akşamın gecesi on ikiden sonra. Yeni bir güne başlardık, kimi zaman aynı figürleri sevmemizle, kimi zaman tamamen farklı bir son hayal etmemizle. Babamın kitabı ne zaman bitirdiğini anlayamadım. On iki ’den sonra sohbet için beni çağırmadı da. Kitabı sadece bozuk para cüzdanının yanına koyduğunu gördüğümde nasıldı diye sordum. “Sen de oku.” diye bir cevap alınca aldım elime dünyanın en ağır romanlarından birini. Daktiloda hata yapmadan üç sayfa dilekçe yazmışçasına okudum Tutunamayanlar’ı. Ve sonra anladım ki ben bu kitabı okumadan önce ağaçların çiçek açtığı ve yaprak döktüğü mevsimleri hep kaçırırmışım. Sanırım artık insan tutunamıyor insana dediğim vakit bu kitaba tutundum. Bu kitapla soldum, bu kitapla yeşerdim. Ve şu anda, burada güzel bir söz söyleyebilmek için on bin kitap okumuş olmayı isterdim fakat biliriz ki önsözler her daim kısa tutulur.

Kitabi bitireli en az iki hafta oluyor, hala kendimi yazmaya hazır hissedemiyorum. Kitaptaki her bir sözcük bastırıyor kalbime, tüm ağırlıklarını vererek. Kitabı okurken Oğuz Atay’ın mı sizi bu duruma soktuğu yoksa sizin mi bu duruma girdiğiniz bilinmeyen bir halet-i ruhiye var ki hiçbir şey düşünmeden saatlerce düşündürtüyor. Roman bittiği zaman boşluğa düşüp yeni bir kitap gelip sizi çıkarana kadar kalıyorsunuz o boşlukta. Boşluktan çıktığınızda etkisinden yeni çıktım diyemeyeceğiniz tek kitap oluyor. İç sıkıntılarınızla birleşip bir iç sıkıntı daha yaratıyor. Tasvir dahi edemeyeceğiniz hallere sokuyor sizi. Yolda yürürken daha bir ayrıntılı incelemeye başlıyorsunuz insanları ki hangisinin Selim, hangisinin Turgut veya hangisinin Süleyman olduğunu anlayasınız diye. Yani ben öyle yapıyorum…

Kitabı bitireli dört hafta oldu daha dört yüz kelime bile yazamadım. Kaçıyordum belki de. Kendimden mi Tutunamayanlardan mı? Hiçbir şeye tutunamadığım o anda tutunacak bir dal olan bir eser hakkında hiçbir şey yazamamak beni fazlasıyla üzüp iki ayaklı hüzne dönüştürüyordu. Kitabı ilk kez okuyacak olanları kıskanıp kitabı görmek istemiyordum. Her seferinde beni manevi ve hayli uzun bir yolculuğa çıkaran bu kitaba teşekkürlerimi sunduktan sonra kafamdaki ikilemleri kitabın içine döküp kapatıyordum defteri.

 Ve yazmaya hazırdım…

 Romanı okuyan her insan en az bir defa düşünmüştür: Acaba ben Selim Işık mıyım yoksa Turgut Özben mi? diye. Doğuştan beri var olan bir tutunamama sorununu intiharla sona erdirmek mi yoksa belli bir çabadan sonra tutunamamak zorunda olmak mı? Yalnızlıkla kendi sözlüğünü oluşturan Selim Işık aşırı duygusal ve tek başınalıkla beslenen samimi biridir. Koca dünyada kendisi için parıldayan tek bir ışık dahi görememiştir, ta ki kitaplara sığınana denk. Toplumdan kaçışı ve tutunamayışıdır aslında kitaplar onun için. Her daim okumuş ve okudukça da kaçmıştır: kendinden, insanlardan ve en sonda yeryüzünden. Turgut Özben ise süreç içinde benliğini bulan bir bireydir. Nesnel benlikten öznel benliğe geçiş süreci, ilk başlarda tutunmaya çalışan Turgut’un intihar sürecini araştırdıktan sonra arkadaşı Selim gibi tutunamaz hale gelmesiyle aktarılmıştır. Hayata tutunmaya çalışan Turgut olaylar dâhilinde kendisi ile gerçek dünya arasındaki halatın kopma seslerini duymaya başlamıştır. Tıpkı Aylak Adam’da bir isme dahi sığamayan C. gibi Turgut da toplumun ona yüklediği ailesel yaşamdan sıkılan biri olmuş ve bahsi geçen tutunamama kavramına bir neden daha eklemiştir. Benlik arayışıyla birlikte Turgut’tan bir parça olan Olric dâhil olmuştur romana. Bilinçdışını ifade eden üçüncü göz Olric cinsellik, içki ve kumarın zirvede olduğu bir gece ortaya çıkmış ve Özben’i tamamen çekip almıştır o “gerçek” hayattan. İçsel yaşamına bir arkadaş olan Olric’le beraber Turgut’un iç monologları da diyaloglara dönüşmüştür. Kimlik ve ontolojik sorunları dile getiren sonun başlangıcı ile başlayan ve okuyucusuna bir parçası bile aynı olmayan eksik parçalı bir yapboz çözdürürmüşçesine bir hava yaratan Tutunamayanlar romanı post-modernist tekniklerin ilk kullanıldığı roman özelliği taşımaktadır. Romanda Selim Işık iletişimsizlik ekseninde topluma adapte olamamış ve kayıp benliğinin arayışına çıkmış ve sonrasında bilinçdışına çekilerek bireysel düzlemde yaşayarak intihar etmiştir. Romanda ara ara hüküm süren hiciv tekniği de Selim Işık ve Turgut Özben üzerinden verilmiş aynı zamanda Türk aydınının tutunamama sorununu sonlandırmada rol almıştır.

 Ben ise Süleyman Kargı. Bekâr ve çocuksuz. Kabuğu, “ev sahibi “nin mülkiyetinde” olan, bir “ev içi”nin sahibi.

Cümlesiyle bitirmiş babam yazısını. Yap-boz parçaları birer birer yerine oturuyordu aslında. Eksik parçaları da babam çizip getirmiş gibi. Saatler süren sohbetlerimize rağmen hiç yazı yazdığını görmemiştim babamın. Kısa fakat çok derin bir yazı olmuştu. Demek ki bu yüzden sohbeti reddetmişti. Yazmaya hazır olmadığımı babama söylediğimde yine bir tepki vermemişti ama ben beni anladığından çok emindim. Ki yanılmamıştım. Selim Işık’ın somutluğuyla hayata tutunan tek aydın olmakla birlikte yanında her daim bozuk para cüzdanı taşıyacak kadar düşünceli olan Süleyman Kargı ve ondan etkilenip beni yutan bir boşluğu dolduran satırları yazan babama tüm teşekkürlerimi sunup trenden inip kalabalığa karışan Turgut Özben ve Olric’e iyi dilekler diledikten sonra bir gün karşılaşmak umuduyla yanlarından ayrıldım. Selim Işık, sen güzel kal.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: