Pantolonu gri, üst tarafı bol, alt tarafı ise dardı ve ancak ayak bileklerine kadar örtüyordu. Üzerinde gökyüzünü anımsatan simsiyah bir palto, yıldızlara benzeyen düğmeleri ise parlak mücevherleri andırıyordu. Başka birinin üzerinde bu kıyafetler kendini beğenmiş, serseri kılıklı, beyefendilikten nasibini almamış budala olarak tanımlanabilirdi. Saçları siyah ve aralarında yaklaşık parmakla saymaya kalkıldığında elli denecek kadar beyaz saç teli vardı demeyi çok isterdim ama saçları yoktu, yalnızca seyrek bir fırça gibi gözüken kafasında küçük küçük ve dik dik saç yığını vardı. Ayakkabıları değişik desenlerle kaplı, bu çağın modası olmayan türde parlak ama yağmurun temizlediği kadarıyla birazda olsa çamurdan nasibini almıştı ve tam olarak karşıdan bakıldığında bütün bu dış görünümün altında yatan adam ne kadar iri, uzun boylu görünse de kendi içerisinde ya da ruhsal açıdan ufacık bir adamdı.
Biri ona nasılsın dediğinde dünyanın en mutlu, en neşeli insanıymışçasına gülümseyerek teşekkür eder, bugüne kadar okuduğu kitaplardan alıntılar yaparak, yazmaya çalıştığı fakat bir türlü sonunu getiremediği kitabından bahsederek konuşmasına devam eder, karşısındakini ona bir şey sormuş hâlde yakalamışken bıktaracak derecede sohbete dalar, bir süre sonra karşısındakini unutup derin bir sessizliğe dalıp hayallerinde kaybolurdu. Bir keresinde bir adam ona nasılsın diye sorduğunda hiç keyfi olmadığı için susmuş, kısaca cevap verip ona nasıl olduğunu sormuştu. Karşısındaki adam konuşmaya başladığında ise ondan nefret etmeye başlamış, ona çenesini kapamasını, biraz daha konuşursa onu yumruklamaya başlayacağını söylemeyi çok istemiş ama susmuş, onu dinlemek zorunda kalmıştı. Adamın konuşmasının bir kısmını anlıyordu, sevdiği kadının onu terk etmesinden bahsetmiş, sonra da şunları söylemişti;
– Bir kadını yakından seyretmeyeli çok uzun zaman oldu ya da konuşmayalı… Göz göze, sessizce, mırıldanarak konuşmayalı çok uzun zaman oldu ya da belki de hiç böyle bir duyguyu tatmadım veya yaşamadım, yani hiç bir kadınla göz göze, sessizce, mırıldanarak konuşmadım, saçlarını koklayarak onu göğsümde hissetmedim. Ruhumun bu buruk ve incinmiş hâlinin sebebini buna bağlıyorum beyefendi.
Adamın şiire benzeyen konuşmasını yarıda bölüp ayağa kalktığında;
– Beni anlamanızı bekleyemezdim zaten, hadi gidin şimdi… Beni sefil ruhumla baş başa bırakın. Seni kendini beğenmiş pislik adam.
dediğini net bir biçimde duymuş, gülümseyip oradan ayrılmıştı.
Neyse ki bu konuşmanın olduğu zamandan bu yana çok sular akmış, bir daha böyle rezil cümlelere katlanmamak için biri ona nasılsın dediğinde hiç susmadan konuşmaya karar vermişti. Birinin onun kafasını ütülemesindense onun birinin kafasını ütülemesi daha mantıklıydı, evet kesinlikle böyle yapmalıydı.
Dünya görüşüne gelecek olursak ve tabii ki yaşayış biçimine; biraz tembeldi ya da biraz demeyelim, evet tembeldi. Bütün gün, kiraladığı fakat uzun süredir yaşadığı küçük evinin küçük yatağında battaniyesine sarılarak elindeki kitabı acıkmış bir obur gibi iştahla sonunu getirmek isteyerek okur, yavaş yavaşta zevkle uğraşarak yaptığı kahvesini yudumlardı. Bunu hiç yemek yemeden ve tuvalet ihtiyacı onu zorlasada kitabı bırakmayarak yapar, elinden gelse bir daha ki gün ışığına kadar bunu tekrarlardı. Okuduğu kitaplar ise daha çok sahaflardan edindiği eski kitaplardı. Mesela şu an da T.S.Eliot’ın Denemeler isimli kitabını okuyordu. Kitap 1987 yılında basılmış kopyası zor bulunan bir kitaptı, hatta T.S.Eliot ile ilgili Türkçeye çevrilmiş kitap bulmakta çok zordu. Kitaptaki eleştiriler on numara denilebilirdi, biraz kabaca eleştirileri olsa da T.S.Eliot onun için sevimli bir adamdı ve onu sevmişti.
Bütün bu anlattıklarım dışında gezmeyi, insanları analiz edip onlara tepeden bakmayı çok sever, insanların ve kendisinin ne kadar da eleştirilecek yanları olduğunu gördüğünde daha da keyiflenir ama kusursuz bir beyefendi ya da hanımefendi gördüğünde ise içten içe kızar, deyim yerindeyse köpürürdü. Bu özelliği onda eskiden kalma anıların oluşturduğu bir olumsuzluk, uyumsuzluk ya da her ne derseniz deyin onların toplamından oluştuğu kesindi. Ben ona kızmıyor veya ondan tiksinmiyorum. Bunun nedenini tam olarak çözemesem de onun benim bir parçam olduğuna inanıyorum. Belki son zamanlarda ölmüş bir farenin onu nasıl üzdüğünü, fareyi canlandırabilmek için elinden gelen her şeyi yapması, hatta eski uydurma büyü kitaplarından medet umması beni etkilemiş olabilir. Fakat bu duygularıyla çelişen olağanüstü duyguları da var elbette, mesela genel olarak kitaplığını dolduran çoğu kitabı aldığı sahafı dehşet verici düşüncelerle öldürmek istemesi gibi.
Bir de bunu söylemem nasıl olur bilmiyorum ama son gördüğü rüyadan sonra üzerinde bir hayli çalıştığı sayfaları yıpranmış eski bir kitabı inceliyordu. Kitap olağanüstü tasvirlerle ve benzetmelerle doluydu, bir maskeli balodan söz ediyordu. Hatta baloya gelen büyükçe hamam böceğinin cılız bacaklarını kaybetme pahasına nasıl dans ettiğinden ve birçok ilginçlikten söz ediyordu. Bu kitabı okurken sürekli gülümsüyor, kahkahalar atıyor, yerinden kalkıp dans ederek hamam böceğinin maskeli balodaki bir kralla nasıl alay ettiğini sesli biçimde okuyor, keyifleniyordu. Rüyasına gelecek olursak tam olarak şöyle bir rüya görmüştü. Rüyasında denizin ortasında küçük, sık ağaçlarla dolu adada maskeli baloya davet ediliyordu ve oraya gitmeden önce nasıl bir kostüm seçeceğini bulamıyor, kitapları karıştırırken o çok eski yıllardan kalma büyü kitabının içerisindeki bir cümleyi küçük odasında seslice okuyordu. Cümleyi bitirince baygınlık geçiriyor, uyandığında dev bir fareye dönüştüğünü anlıyordu. İlk başlarda paniklemiş olsa da sonrasında maskeli balo için iyi bir kostüm olacağı ve Kafka’nın Dönüşüm’ünde olduğu gibi, hayvan farkıyla böcek yerine fareye dönüşmesinin hoş ve havalı olduğunda karar kılıyordu. Maskeli baloya davet edildiği saatte gittiğindeyse herkesin birer hayvana dönüştüğünü fark ediyor, bir kedinin onu yemek istemesiyle uykusundan uyanıyordu. Bu gibi rüyaları son zamanlarda çok fazla görüyor fakat hiçbir şekilde bunları umursamıyor, hatta gerçekmişçesine bunlara kapıldığı zamanlar bile oluyordu.
Bugün her zamanki salı günleri gibi sahafa gitmek için evden çıkmıştı. Güneş kararmış bulutların arasından ışıklarını saçıyor, yeryüzünü mor tonunda renklere boyuyordu. Yürüdüğü biçimsiz kaldırımların üzerindeki su birikintilerinden nefret etmesine rağmen, o birikintilerin içerisine basarak yürüyor ve suyun üzerinde gördüğü kendi yansımasını ezerek mutluluğa eriştiğini, böyle yapmasının ne kadar aşağılık bir varlık olduğunu kanıtlamış olduğunu düşünüyordu. Sahaf dükkânına vardığında ise bunak ihtiyar çay içerek kitabının sayfalarını karıştırıyordu. Ondan nefret ediyordu. Bunun sebebi insanlığa olan kızgınlığından ileri geliyor olmalıydı ya da ihtiyarın neşeli suratını her salı görmek zorunda olmasından. İhtiyar yaklaşık seksen yaşında, saçları beyazlamış, her sabah tıraşladığı yüzü kaymak gibi pürüzsüzdü.
– Elinde ne var bakalım? – İşte bunlar. – Eski basım mı bunlar? – Kimi eski basım kimi yeni.
İhtiyarla konuşmaları bu kısa cümleleri geçmezdi. İhtiyarın gösterdiği kitaplardan birini alıp incelemeye başladığında kitap onu etkilemişti. Kitabın ismi Maldoror’un Şarkıları’ydı. Genç yaşta ölen yazarın söylediği cümleler tanrıya karşı başkaldırının sözleriydi. Kitap rahatsız edecek kadar cesurca söylenmiş, olağanüstü tasvirlerle doluydu. Bir sayfasını rastgele açıp okuyunca saç telinin anlattığı şiirsel hikâyeye denk gelmiş bir sonraki bölüme kadar kitabı elinden düşürmemişti. Sonra başka bir kitabı incelemeye başlayıp ikisini birden alarak oradan ayrıldı. Evine dönerken rüyasında gördüğü maskeli balo aklına gelmişti. Belki de maskeli balo düzenlemeli, ihtiyar sahafı oraya çağırıp onun pürüzsüz etini soyarak kemiklerini ve o biçimsiz kalbini, biçimsiz organlarını incelemeliydi. Yol boyunca isteri krizine girmiş hissediyor, sanki maskeli balodaymışçasına sanrılar duyup sarhoş gibi evinin yolunu bulmaya çalışıyordu. Hatta bir ara ihtiyar sahafı gözlüklü, büyükçe ahtapota dönüşmüş hâlde görmüş, üzerine atlayıp onun bacaklarını koparmıştı. Kendine biraz biraz geldiğinde ihtiyarın ruhunda bıraktığı izi daha net çözümlemiş, bazen evinde bile onu gördüğünü sanarak çığlıklarla dışarı fırladığı anı hatırlayıp, ateşler içinde evine varıp yatağına uzanmış, kasvetli rüyalarında kaybolmuştu. Bu sefer rüyasında koskocaman kara bir sinekti, evinin içerisinde tavana ve çeşitli cisimlere çarparak vızıldıyordu.
- Bölüm
Biçimsiz, tuhaf görünümlü şişman adamın yürüdüğü yol karanlık ve sisliydi. Aklından geçenleri önünü görmeden yürüyerek mırıldanıyor, kızgınlık belirten ses tonuyla inliyordu. “Umut” diyordu tuhaf adam, “Umutmuş… Ne umudu? Ehh…” diyerek tamamlıyordu cümleyi, bunu birkaç defa tekrarlamış, yürüdüğü yol boyunca kendi kafasını şişirmiş, sonunda bir yere vardığını hissettiğinde durup etrafına bakınmıştı. Denizi tam seçemese de, denizin ortalarında yanan deniz fenerinin yaydığı ışık etrafını aydınlatıyor, sanki birisini deniz fenerinin yanı başında görür gibi oluyordu. Biraz daha karanlık denize yaklaştığında gördüğü resmi tam olarak seçebiliyordu, bu bir adamdı, ellerini havaya kaldırmış gökyüzüne bakarak dua eder gibi devinimlerde bulunuyordu. Bir an onun yanına gitme isteği içinde belirmiş, kıyıya yanaştırılmış eski, denizin dalgalarından aşınmış sallardan birini bağlı olduğu taştan çözerek sala atlayıp deniz fenerinin olduğu yere doğru kürek çekmeye başlamıştı. Adamın yanına vardığında deniz fenerinin ışığından adamın yüzünü tam olarak seçemese de gri pantolonu ve siyah paltosunun üzerindeki mücevherlere benzeyen düğmelerdeki kan lekelerini seçebiliyordu.
***
Bugün her zamanki günlerinden birini yaşıyor gibi görünse de, hiç de öyle değildi. Karar verdiği üzere maskeli balo tertip edecek, yazar dünyasından arkadaşlarını, aynı zamanda bunak sahafı da maskeli baloya davet edip onun işini o gece bitirecekti. Bu kararı vermesi epeyce zaman almasına rağmen bunu yapmak isteğinde kesinlikle kararlıydı, bu akşam bu işi bitirip cılız ihtiyarın her organını inceleyerek yazacağı kitabına katkıda bulunacak ve cani değil de sanat aşığı olarak kendisini yüceltecekti.
Önce yaklaşık yüze yakın davetiye hazırlamış, davetiyenin içerisinde ise hayvan kostümü giymeleri şartını davetiyenin alt kısmına kırmızı, büyük harflerle yazmış, her birinin evine postalamıştı ve bizzat sahafı kendi davet etmek üzere dükkânına gitmişti. Sahafın dükkânına giderken maskeli baloda onu tanıyabilmek için seçtiği tulum şeklinde hazırlanmış gergedan kostümünü de götürmüştü. Sahaf bu davete çok sevinmiş hatta hiç yapmadığı bir şey yaparak ona oturmasını, demli çayından isteyip istemediğini sormuştu, sonrasında da ona çok eski tarihlerden kalma bir kitap hediye etmişti. Sahafın bütün bu tavırlarına şaşırıp kalmıştı, hatta ihtiyarı bir an sevimli bile bulmuştu, ama ihtiyarın yüzüne dikkatle bakınca o şeytan gözleri yine onu tahrik etmiş, görüşmek üzere diyerek oradan ayrılmıştı.
Maskeli baloyu rüyasında gördüğü gibi denizin ortasında yer alan sık ağaçlı küçük adada planlamaya karar vermesinin sebeplerinden biri de ihtiyar sahaftı, hem kimse sahafı tanımıyor olacak ve de yaşlı bunağın kimseyi ilgilendirmeyecek olması onu zevkle öldürmesine yarayacaktı. Yarın akşamın gelmesini sabırsızlıkla bekliyor, hangi kılığa gireceğini düşlüyordu. Rüyasındaki gibi yapıp o uydurma büyü kitaplarından medet ummalı mıydı ya da hiçbir şey giymemesi daha mı mantıklıydı? Küçük odasında kitaplarının ve elindeki sıcak, kan kırmızı çayının kokusunu içine çekerek dolanıyor, aklından geçen saçmalık kokan şiirlerini çayını yudumlayarak okuyordu; “Gizlendiğin yerde bulmam için seni… Çıktım çığlıklar ülkesinin tepelerine… Sesler! Uzaklardan gelen ses değil sade… Mor gözlerim seni arar nerde?” Bir an okuduğu şiiri gülünç bulacak olmalı ki kahkaha atmaya başlamıştı. Yansımasını bir an için aynada görünce ağlamaklı biçimde şunları söyledi; “Bu güzel elbiseleri çıkarın üzerimden, çırılçıplak yalnızlığımla kalayım… Kim bu güzellikleri yok etme pahasına isyan ettiren… Kim? Söyleyin bana…” Gözlerinden yaşlar akıyordu, böyle iğrenç düşünceleri ne zamandan beri düşünür olmuştu, daha önceleri ölü bir fareyi diriltmek isteyen o değil miydi de, şimdi yaşlı bir adamı öldürmenin vereceği zevki kafasında planlıyordu. “Mor halkaların ortasında… Zift karası gözlerde… Ruh hastasının gülümsemesinde gizlisin… Sesler geliyor çığlıklar ülkesinden, karga seslerine benzeyen… Sesler geliyor uzaktan…” Birden gözlerindeki yaş kesilip yerini öfkeli bir kızgınlığa bırakmıştı. Odasının içerisinde bağırarak aklından geçenleri söylüyordu; “Rüzgâr getiriyor kan kan akan nehirleri, sürüklüyor peşimden bütün çirkinlikleri… Sana getiriyor beni; kargalar, baykuşlar, çirkin yaratıklar… Bir o kadar da muazzam yaratıklar… Gizemli ruhuna aşıklar… Getiriyorlar beni sana…” Bu kinin bu nefretin sebebi çok sevdiği kadının onu sevmemesi miydi ya da onu bırakıp gitmesi miydi? Bilmiyordu. Birden kapının çalındığını duydu, kendini toparlamak için yüzüne su çarparak kapıya doğru ilerleyip kapıyı açtı, karşısında sahafı görünce baygınlık geçirir gibi oldu. Sonrasında sahafın ona kızgınlıkla baktığını görünce kısaca “Ne?” dedi ve sahaf kızgınlıkla bakan yüzünü sevimli bir ihtiyara dönüştürdüğünde “Hiç” demekle yetindi. Sahafın aklından neyin geçtiğini kimse tahmin edemezdi, gülümseyerek arkasını dönüp gitti. Bir rüyanın içinde miydi yoksa yine o hastalıklı sanrılar mıydı bunlar, bunu hiçbir zaman çözemeyecekti. Kapıyı kapayıp kafasını dağıtmak için kitaplıktan herhangi bir kitabı seçerek yatağına uzandı. Kitaba baktığında iğrenç resimlerle süslü büyü kitabını seçtiğini anlayıp kitabın sayfalarından birini sıska, uzun parmaklarıyla seçti. Rüyasında görüp okuduğu sözcüklere çok benziyordu, onları sesli biçimde tekrarlayınca baygınlık geçirerek gözlerini kapadı.
***
Uyandığında hava kararmak üzereydi, birden aklına maskeli balo gelmiş yerinden hızlıca fırlamıştı. Sonrasında gri takım elbisesi ve şık düğmeleriyle gökyüzünü andıran paltosuyla uyuduğunu fark etmiş, kıyafetlerinin buruşmuş olacağını düşünerek, düzeltmek için aynanın karşısına doğru yürümüştü, yürürken tuhaf hissediyordu, sanki bu yıllardır taşıdığı bedeni değildi. Aynanın karşısında kendini görünce midesi bulanmış, kusmuştu. Başı dönerek yere düştüğündeyse o lastik gibi oynayan kuyruğunu fark etmişti, gri pantolonun arkasını delmiş, sağa sola çarpıyordu. Evet tam anlamıyla dev bir fareye dönüşmüştü ya da o öyle hissediyordu veya duyumsuyordu. Paniklemiş hâli geçtiğinde midesinin bulantısıda geçmişti, bir düşünce kafasında beliriyordu, bu da sahafı gözlüklü ahtapot olarak görmesi gibi bir şey miydi acaba? Bunu yalnızca birine sormak gerekti ama vakit yoktu. Düzenlediği maskeli baloya geç kalabilirdi. Sonra kafasındaki düşüncenin doğru olduğunu varsayarak, bunun sanrıdan başka hiçbir şey olmadığı konusunda karar kılarak evinden çıkıp adaya, deniz kenarındaki daha önce anlaştığı balıkçılardan kiraladığı kayığa gitmek için yola koyuldu.
Hava rüzgarlı, deniz hırçın ve dalgalıydı, kayığı zapt etmekte güçlük çekiyordu, misafirlerinin adaya çoktan gelmiş olmaları gerekti. Adaya dalgalarla boğuşarak vardıktan sonra daha önceden hazırladığı masaları, ışıkları görebiliyordu. Neyse ki yağmur yağmıyor diye düşündü, insanların kendinden geçmiş hâlde eğlendiklerini görünce kendini iyi hissetmişti. Sahafta oradaydı, peynirini gözleyen fare gibi sahafı gözlüyor, onun yanına doğru ağır adımlarla ilerliyordu, bir an başının döndüğünü hissetse de hemen kendini toparlamıştı, sonrasında dev bir fare olup olmadığı aklına gelmişti, evet ona göre dev bir fareydi, lastiğe benzeyen cıvık kuyruğu da onu rahatsız ediyordu. Sahafın ve yazar dünyasından dostlarının yanına vardığında onu tanımamış gibiydiler ama biraz sohbet ettiklerinde onun kim olduğunu anlamışlardı. Kimse ona tuhaf gözle bakmıyordu ya da kimse ona niye kostümsüz geldin diye de sormuyordu. Kesinlikle sanrıdan başka bir şey değil diye düşündü, sahafla ve yazar arkadaşlarıyla biraz sohbet ettikten sonra aklına takılan birkaç şeyi konuşmak istediğini söyleyerek sahafı maskeli balonun olduğu yerden epeyce uzaklaştırdı. İhtiyarı elleriyle boğazlamak isteği içinde beliriyor, hatta fare cırnaklarıyla yüzünü çizmek, kanını akıtmak istiyordu. Ormanın derinliklerine doğru ilerlediklerinde sahaf duraksayarak; “Bana ne sormak istiyorsun?” dedi, delikanlı iyice sahafa yaklaşıp cevapladı; “Sadece neye benzediğimi sormak istiyorum”, ihtiyar şaşırarak “Nasıl yani?” diye sordu, delikanlı kızgın bir ses tonuyla; “İhtiyar! Sana neye benzediğimi soruyorum.” dedi. İhtiyar gülümseyerek “Tüylü, koca bir hayvana.” dedi, kızgınlıkla tekrar sordu; “Neye?”, ihtiyar gülümsüyor ve; “Anlamıyor musun, tüylü koca bir hayvana benziyorsun.” dedi. O anda yaşlı bunağın üzerine atlayıp ona yumruklar savurmaya başlamış, öldürene kadarda durmamıştı. İhtiyar çamurlaşmış toprağın üzerinde kanlar içerisinde yatıyordu, o ise kendinden geçmiş bir hâlde başı ellerinin arasında diz çökmüş çocuk gibi ağlıyor, “Niye, niye, niye.” diye sayıklıyordu.
Kendine geldiğinde deniz kenarındaki kayığına doğru koşmaya başlamıştı, fare kadar seri ve hızlıydı. Kayığa binip biraz açıldığında rahatlamış gibi hissediyordu, yaptığından dolayı pişmanlık duyduğunu söyleyebilirdi ama bunu yapmıyordu. Kayıkla açıldığında dalgalar şiddetle kayığa çarpıyor, kayığın istediği yöne gitmesini engelliyordu. Dalgaların onu denizin ortalarında yanan deniz fenerinin olduğu yöne doğru ilerlettiğini fark ettiğinde o da küreklerini o yöne doğru çekmeye başlamıştı. Deniz fenerine iyice yaklaştığında ışık gözlerini kamaştırıyordu, bir hamleyle deniz fenerinin üzerine atlamış, dalgalar kayığı yutmuş ya da kaybetmişti. Hâlâ kendinde değildi ve siyah paltosunun ihtiyarın kanına bulandığını gördüğünde kusmaya başlamıştı. Gücü yerinde olmadığı hâlde ciddi gayretlerle ayağa kalkıp, ellerini açarak dua ediyordu. Yaratıcıdan onu affetmesini istiyordu.
Biraz zaman sonra sırılsıklam olmuş şişman adamı salın üzerinde gördüğünde kendinden geçerek denizin dalgalarına düşmüş, zor da olsa şişman adam onu kurtarıp kıyıya getirebilmişti. Adam kurtardığı paltolu delikanlıya sürekli olarak “Bayım! Bayım! Uyanın lütfen.” diyerek yavaşça yanaklarına vuruyordu. Delikanlı uyandığında çığlık atmıştı. Karşısında gördüğü adam kafasında beliren görüntüye göre kocaman ispermeçet balinasıydı ve keskin dişleriyle onu ısırmak için sabırsızlanıyordu… Delikanlı kendinden geçerek bir kez daha bayıldı.