Yeni yazıhaneme taşındıktan sonra bir iki gün kapımı kilitli tuttum.
Çünkü muntazam bir biçimde duvara asılması icap eden onlarca tablo, yazarına ve türüne göre yerleştirilmesi gereken yüzlerce kitap ve zihnimde yerli yerine oturtulmayı bekleyen binlerce düşünce vardı.
Kışın tam ortasında gelen tipi şehir sakinlerini evlerine hapsetmiş, boş sokaklarda egemenliğini ilan etmişti. Kapşonunu takıp kar tanecikleriyle yitesiye mücadele eden, ama rüzgarın öfkesiyle baş edemeyip oradan oraya savrulan bir iki kişi hariç, herkes bu egemenliği kabul etmiş görünüyordu. Ben de tipiyi fırsat bilip yazıhanemi olması gerektiği gibi düzenledim. İkinci günün bitiminde ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmıştım. Çalışma masamdaki son rötuşları yaparken baş ucumda eksik olan fotoğrafı fark ettim. Şehir değiştirip, tayinimi istememin sebebi olan bu resmin, ceketimin iç cebinde bulunduğunu biliyordum. Ama içimde peyda olacak duygulardan korktuğum için elimi cebime götürmeye cesaret edemiyordum…
Beni bu diyarlara sürükleyen, bundan yakın zaman önce metruk bir sokağın kokuşmuş çöplüğünde bulduğum bir köpek yavrusuydu. O günü iyi anımsıyorum.
Boran vardı. Hava soğuktu…
İçinde bulunduğu su birikintisinden dolayı tir tir titreyen yavru köpeğin halini görmeliydiniz. Dünyanın masumiyetini iki çift kara göze sığdırmayı nasıl da başarmıştı öyle. Kalbim kalbine değmiş olacak ki, sessizliğime mütebessim bir edayla karşılık verdi. İşte o an onu kucaklayıp eve götürmeye, besleyip iyileştirdikten sonra sahiplenmeye karar verdim. Adı çoktan belliydi: Mahzun.
Başka bir ismi bünyesi kaldıramazdı zaten…
Eve girdiğimizde Mahzun hâlâ titriyordu. Şehrin sokakları ona hunharca davranmış, ön dişlerinden birini söküp çıkartmıştı. Sağ kulağının başına yakın kısmı yırtılmış, patileri nasır tutmuştu. Uzun aralıklarla göğüs kafesinde havayı biriktirdikten sonra derin bir ızdırapla ciğerlerini arındırıyor, eksik olan dişinin oluşturduğu hava boşluğundan çıkan sesle irkiliyordu.
Kendi soluğundan ürken dünyanın en masum canlısıyla karşı karşıyaydım.
İşte böylesine kısa bir ömre bu denli büyük yaralar sığdırmıştı Mahzun. Fiziki zedelenmelerin ruhunda açtığı izlerden bahsetmiyorum bile…
Eve girer girmez onu havlulara sarıp, vücudunu kuruladım. Sonra karnını doyurmak istedim. Güçsüz dişleriyle çiğneyemedi. Süt koydum önüne; başını kaldırıp içecek mecali yoktu. Onu iyileştirecek gücüm olmadığı için ertesi sabah veterinere götürmeye karar verdim. Bir fotoğrafını çektikten sonra, şöminenin önünde yanına uzandım. Çıkardığı sesin ritmiyle uyuyakalmışım.
‘Mahzun için yapabileceğimiz bir şey kalmadı. Muhtemelen güneş üzerine bir kez daha doğmayacak. Onu al ve eve götür. Son anlarını huzur içinde geçirsin’, dedi veteriner. Benim içimde fırtınlar koparan şu cümleleri ne kadar da sıradan söylüyordu. O gün içerisinde kaç tane Mahzun’la karşılaşıyordu kim bilir… Halbuki benim Mahzun’um tekti…
Hayatta kalmak için inadına nefes almaya devam eden yarı-canlı bir kadavrayla evime döndüm. Fiziki yaralarını iyileştiremediğim yavru köpeğin, en azından ruhunun huzura ermesini istiyordum. Bu yüzden geç saatlere kadar hayaller kurdum. Kah kuş cıvıltılarıyla süslenmiş bir gökyüzünün altında gezintiye çıkıyor, kah şöminenin önünde kıvrılıp sessizliğin tadını çıkarıyorduk.
Ölümü hayale dahil etmemiştim. Az sonra vuku bulacak olan amansız gerçeği hem kendim için, hem de Mahzun için öteleme kararı almıştım. Sonra nasıl olduysa vücudu gerildi, patileri soğudu. Son kez dünyanın bütün soluklarını içine çekmeyi hedefleyen derin bir nefes aldı ve göğüs kafesine hapsetti. Bu son soluk, ebediyete kadar içinde tutsak kalacaktı…
Ölürken gözünden bir damla yaş süzüldü. Dudağının sağ kenarındaki gülüşüyle birlikte uğurladım Mahzun’u. Dünya o gün masumiyetini yitirdi. Bense apar topar şehri terk ettim.
Ceketimin iç cebinden çıkardığım resmi masamın baş köşesine yerleştirdim. Mahzun’dan bana geriye kalan tek şey bu fotoğraftı. Çerçeveye bakarken yüzümün kenarında gayri ihtiyari bir gülücüğün hasıl olduğunu fark ettim.
Bu gülücük onunkiyle aynıydı…