Böyle maaile bir yere gitmeyeli epey oluyor. Alışkın değilim amcamlarla vapura binmeye. Hatta belki ilk kez beraber vapura biniyor bile olabiliriz. Yaşıtım tanıdık yüzlerden saklanmaya çalışıyorum. Okula, dershaneye veya – nadiren – gezmeye gidiş gelişlerim bir özgürlük duygusu taşıdığından mıdır, ailemle görülmekten rahatsız oluyorum.

 

Amcamın hangi büfeciyi ya da garsonu tanıdığını gözlemlemeye başlıyorum. Annemin vapur tayfasından kimseyi tanıyıp tanımadığını. Sigara içerken veya sevgilimle el ele tutuşurken yakalanırsam kimin potansiyel bir ispiyoncu olabileceğini kestirmek niyetim.

Varıyoruz Sirkeci’ye. Gara doğru ağır adımlarla yürüyoruz. Trenden öyle korkuyorum ki, vapurdaki özgürlük isteğim, kendini ailemin şefkatli kollarına bırakmak üzere. Bir akşam üzeri Bakırköy’den binmiştim ilk kez trene. Bir tinerciyle yan yana gelmiştik tüm yolu. Tekinsiz ve tedirgin. Geçip giden duraklar boyu – çoğu zaman kaçıp gitmek istediğim – adanın gözünü sevmiştim.

 

Hangi durak diye soracağım, annem bilmiyor. Amcalarda da belli belirsiz bir gerginlik hali. Onlara da bir şey soramıyorum. Zaten aramızdaki diyalog ben yedi yaşımdayken filan bitmiş olmalı. Uzun yıllardır başkalarının cümlelerini iletiyorum muhtelif zamanlarda. 

 

Amca, yengem sana sesleniyor. 

 

Amca, Oduncu Mustafa’nın selamı var. 

 

Amca, annem babamın duasına gelecek miymişsin diye soruyor. 

 

Hastanenin adı çok tuhaf geliyor bana. Balıklı Rum. Rum’u hiç Rum olarak düşünmüyorum. Yiyecek adı gibi daha ziyade. Balıklı çorba. Balıklı börek. Balıklı rum. 

 

Az ilerdeki mezarlığın tüm ölülerinden ve burada ölmeyi bekleyenlerden bir çürük kokusu doluyor boğazıma. Taş duvarları görür görmez bana hissettirdikleri şey bu. Belki de lojman yolunun Arnavut kaldırımlarını anımsatıyorlar, bilmiyorum. Adanın ada olduğu zamanları. Beni kışları hastaneye, yazları çam limanına, sonraları da mezarlığa taşıyan. Aynı yolu.

 

Bizi bekleme salonu gibi bir yere alıyorlar. Burada kalanların ortak zaman geçirdiği bir dinlenme alanı gibi daha çok. Aslında odasında ziyaret etmeyi bekliyordum onu. Huzurevi görmedim daha önce hiç. Zihnimde yarattığım, filmlerden aklımda kalanlar. 

 

Babaannem görünüyor. Saçlarını kesmişler. Hatta sanki sakalı bıyığı varmış da hepsini burada tıraşlamışlar gibi akça pakça bir yüz. Başörtüsünü kendi bağlamamış belli. Ona kalsa tek bir gevşek düğüm atardı çenesinin altında. 

Sarılıyoruz sırayla. Nasılsın anne? Rahat mısın anne? Cevaplar aynı muhataba geliyor, iyiyim anne, rahatım anne. Amcamlara oğlum bile demez oysa babaannem, kimlikte yazmayan aile içi isimleriyle hitap eder yalnızca. 

Sıra bana geliyor. Nasılsın babaanne? İyiyim annecim. Annecim? Usulca ağlamaya başlıyorum. Hayatta masumiyet dışında  hiçbir şey dokunmuyor bu kadar bana. Babaannem herkesi annesi zannediyor. 

 

Tuvalete gitme bahanesiyle çıkıp bir sigara yakıyorum. 

 

Taşın soğukluğunda kayboluyorum. 

 

Taşın soğukluğunda kendimi buluyorum. 

 

İsmini bulamadığım tüm o duyguları taş duvara değer değmez, artık biliyorum. 

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: