Adı vardı. Fakat sadece bir kaç kişi adından ve ondan haberdardı. Hummalı bir ruh haliyle kıyamete çeyrek kala varmış gibi bir aceleyle formülün peşine düşmüştü; başyapıt romanlardaki sözcük dizilimi ve olay kurgu örgüsünün formülüydü aradığı. Varsa böyle bir metot- ki buna inanıyordu- bunun sırrına vakıf olmalı, yazacağı peşi sıra romanlarla şöhreti yakaladığı gibi yaşamaktan sıkıldığı meteliksiz hayatını tümüyle geride bırakmalıydı.
Kent kütüphanesi aradığı formüle ışık tutacak kadar geniş arşive sahip değildi. Zaten yaşadığı kenti bir şehir olarak görmüyordu. Kırsal bir Anadolu kentiydi doğup büyüdüğü toprağı. Yeni inşa edilen beş katlı binalar onda farklı bir heyecana neden oluyordu. Bundan gizlice gurur duyuyor, kırsal yaşamın modern bir yaşama dönüşeceği günleri sabırsızlıkla düşlüyordu. Hiç bir zaman oturamayacağı bu apartman dairelerine özlemle bakınıyor, modern zamanların hayaliyle içten içe seviniyordu. Sıkıntılı gecelerinin birinde sonunda kararını verdi. İstanbul’a gitmeliydi.
Formülü oradaki kütüphanelerde aramaktan başkaca parlak bir fikri yoktu. Yaptığı hesaplamada ona on gün yetecek kadar parası vardı. Ucuz oteller, simit, peynir, çay, belki de bir kaç şişe köpek öldüren şarap ile sarma tütün bu hesapta ona ancak yaşam hakkı tanıyabilirdi. Köpek öldüren şarabı, şarapların en ucuzuydu müdavimleri için. Kötü tadı, zaman içeresinde damakla tanışır kaynaşırdı. Meteliksiz öğrenciler, garibanlar, dar gelirli işçiler, memurlar, boyacılar, ameleler müşterisi olurdu bu zıkkımın. Sıkı çalışma planında; uyku, buram buram tarih kokan İstanbul ve de boğaz manzarası keyfiyetine yer yoktu.
Oysaki ve de mütemadiyen hayat, yaptığımız planlar doğrultusunda akmaya pek de sadık değildi; kendi kafasına göre bir plansızlığı, acımasızlığı ve de sadakatsizliğiyle birlikte tuhaf bir espri anlayışı vardı. İstanbul otobüsünde” Hayat deyince” diye bir cümleye başladı kaleminden kopup kâğıdını lekeleyen. Düşündü düşündü, gerisini getiremedi. Gökyüzüne baktı. Belli belirsiz silik bulutlar vardı. Aydınlık ama ruhsuz gökyüzünde laf olsun diye konmuş gibiydi bulutlar. Ah geçirdi. Bu öyle bir ahtı ki, yan koltuk yolcusundan saklıca, dilinden damağından usulca, gırtlağına oradan ciğerlerine, midesine en çok da yüreğinin derinliklerine diklemesine indirildiği birçok şeyi beraberinde aşağı itiyordu.
Bir adı vardı evet ve ondan bir kaç kişi daha haberdar idi; anası ve felçli bacısı. Ne okul arkadaşları vardı ne de bir başkaları. O, İstanbul kadar kalabalık bir yürekte ıssızın örselediği hiç yığınlarının bir üyesiydi. Böyle devam edip babası, dayısı ve dedesi gibi ölmekten; küçük Anadolu şehir mezarlığında gömülmekten korkuyordu. Yol boyunca pencereden, kalemi elinde; elektrik direklerine, renkli arabalara; bu arabalardaki şanslı şehirlilere, fabrikalara bakındı durdu. Gözleri tarlaları, ağaçları, tarlalardaki ırgatları görmezden geldi. Paris’i, New York’u, Londra’yı, Amsterdam’ı ve burada yaşayan uzun boylu, uzun bacaklı, sarışın güleç yüzlü kadınları, bu kadınların güleç yüzlerindeki asil çilleri ve onlarla sevişmelerini hayal etti.
Saatleri geri saydı. Kenti onu özlüyor muydu bilmiyordu ama o İstanbul’a yaklaşıyordu. Bir matematiği olmalıydı cümleleri tamam eden kelimelerin. Bir sırası, yolu yordamı, dinginliği, bir atağı, bir münasibi. Onu bulacaktı on gün içinde ve dönecekti baba evine. Kapanacaktı odasına. Yazacaktı yazacaktı ve yazacaktı… Otobüs İstanbul’a vardı o ve beraberindekiler ile. Bavulunu, çantasını, ceketini, hırkasını alan hızlıca aktı İstanbul’a. O da acele etti onlar gibi. Terledi, korktu, az kalsın bir otomobilin altında kalacaktı. Metropol kimseye hoş geldin demiyordu. O kütüphanelere dadandı. Okudu, yazdı, çizdi. Aradığı formülü onlarca kez bulduğunu zannetti, kaybetti. Afganlı mülteciler ile aynı ucuz, pis otelde bir kaç kelime Afgan kelimesi öğrenebildi yalnızca. Bir adı vardı evet ve ondan bir kaç kişi daha haberdar olmuştu haritadan yerini zor gösterebileceği bir ülkenin zavallılarınca… Geneli; küçük, müstakil yer evlerinden oluşan sıradan Anadolu şehrine döndüğünde modern bir bina inşaatı başlamıştı. Henüz temel aşamasındaydı bu bina. Ama bu defa ilgisini bu çekmedi. Tutmaç çorbası, pazı ve ayran vardı anacığının sofrasında. Bir de soğan kırdı oturduğu yerden, sofra yamacından. Birlikte yediler ve bacısına da yedirdiler.