Tek katlı ahşap evin duvarının dibinde ancak bir kişinin sığabileceği daracık gölgelikte oturan kasketli adam, dudağına iliştirdiği cigaranın dumanı yüzünden gözlerini kısarak bir eliyle kirli sakalını kaşıyor diğer eliyle baba yadigârı tesbihinin boncuklarını şakırdatıyordu. Kavak ve söğüt ağaçlarının arkası boyunca uzayıp giden düzlük tozluydu ve güneşin sıcaklığı gözünün görebildiği en uzak noktadaki görüntüyü bulanıklaştırıyordu. Hırıltılı ciğerlerine cigarasından bir nefes daha çekince öksürmeye başladı. Boğazında biriken o yarı yapışkan tadı yutkunarak oturmaya devam etti. Evin önünde, çitlerle çevrili küçük bahçeye dikili olan meyve fidanlarının yaprakları solgundu. “Neden bu fidanları sulamıyorsunuz?” diye bir soru sordum. Ne yapacak bir iş, ne konuşacak konu vardı. Ben de sıkıntıdan, öylesine bir soru sorayım diye düşündüm. “Olmuyor yeğenim” dedi. “Ne olmuyor?” “Bu memlekette hiçbir şey olmuyor. Çok soğuk oluyor burası. Donuyor meyve ağaçları.” Köyün kenarından geçen küçük derenin sesi işitiliyordu. “Ne güzel bak, hemen yakında su da var, uğraşılsa bu ağaçlar meyve verir belki.” Diye ısrar ettim. “Yok yeğenim. Burada meyve olmaz. Donar. ” Müthiş bir kararlılık ve kabullenmişlikle oturuyordu yerinde. Cigarası hala tütüyordu. Evlerin arasından oyun oynayan küçük çocukları ve önüne kattığı inekleri süren çiçekli şalvarıyla, yanık tenli bir kadını görüyordum. “Burası fukaralıktır yeğenim. Burada hiçbir şey olmaz.” “Patates bile olmaz mı?” “Patates olur. Ama biz ekmeyiz.” “Neden? Patates zor zamanların yiyeceğidir derler.” Diye hayretle çıkıştım. “Yiyecek kadarını patates ekenlerin tarlasında hasat zamanı çalışır, yevmiye olarak alırız.” Gözümün görebildiğince düzlük olan coğrafyaya baktım. “Peki, bunca tarla boş mu duruyor?” “Boş duruyor çoğu ya. Kimisi pancar eker, patates eker. Bu ara kimyon ekenler de var. Ama uğraşmaya değmez. Para etmiyor zaten.”
Adam, içinde bulunduğu durumu her ayrıntısına kadar kabullenmiş ve kendisini herhangi bir çare aramama konusunda ikna etmiş gibiydi. Cigarasının izmaritini sararmış tırnağıyla az ilerde duran gübre yığınının yakınına fırlattı. Karşıdaki evin kapısından çıkan adama seslendi. Kendi şivesiyle, benim anlayamadığım bir şey bağırdı. Yüzünde açıkça belli olan bir mutluluk, bir şakacılık vardı. Evden çıkan adam da benzer seslerle bir şeyler söyledi. Onun da ne dediğini anlamadım. Bir tür hasbihal ediyorlardı anlaşılan. “Namaza mı gidiyorsun?” Ayakkabısını elinin başparmağıyla ayağına geçiren adam “Yok, daha var namaza. Az hava alayım dedim.” Diyerek yanımıza yaklaştı. Yabancı olduğumu anlamakta hiç zorluk çekmeden elini uzattı. “Hoş geldin.” Yüzündeki bakışta “Kimsin, necisin, nereden geldin, seni daha önce hiç görmedim” gibi ifadeler saklıydı sanki. “Hoş bulduk, sağ olun” dedim. Kasketli adam, “Köyümüzün hocasıdır” diye tanıttı gelen kişiyi. Beni ona tanıtmadı. Sanki gelen adamın kim olduğunu bilsem yetermiş, onun beni tanımasına gerek yokmuş gibi davrandı. İşin ilginci, imam da bana kim olduğumu sormadı. Kendi aralarında gündelik bir şeyler konuşmaya başladılar. İkisinin de yüzünde yapılacak iş olmamasından kaynaklanan bir can sıkıntısı kadar, bu sıkıntıdan kurtulmaya çare aramaktan vazgeçmiş birilerinin kıvrımları vardı. Sanki bu insanlar zamanın bir noktasında asılı kalmış, gidecek yerleri, kaçıp sığınacak bir çareleri yokmuş ve bunu peşinen kabul etmiş gibiydiler. Daha da tuhafı, ben de bu ruh haline girmeye başlamıştım. Kasketli adamla muhabbet edecek bir konu yoktu. Konuşacak bir şey bulamamıştım onunla. Gelen imam da derdime çare olmadı. Onlar kendi aralarında havadan sudan sohbet ederken ben de öylesine yanlarında dikiliyordum. Köyün imamı bana dönerek, sanki olup bitenler çok sıradan şeylermiş gibi “Nasılsın?” dedi. Yadırgadığımı belli etmemeye çalışarak, “İyi çok şükür, siz nasılsınız?” dedim. Adamla sohbet etmemizin, belki bu sıkıntılı durumdan çıkmamızın yegâne yolu olan soruyu boşluğa bıraktım. İki adım ötemde duran adama, sorumun varması için epeyce zaman geçti sanki. Kuşlar öttü, çocuklar koşturdu, eski bisikletiyle bir adam yoldan geçti. İmam yine kasketli adama bakarak. “Ben geçiyorum. Görüşürüz” deyip ellerini belinin üzerinde kenetleyerek yürümeye başladı. Halinde tavrında bir kabalık, nefret, küçümseme yoktu. Yine de soruma cevap vermemesi garibime gitmişti. Kasketli dayıya baktığımda hala aynı yerde, aynı şekilde, kısık gözlerle ufka bakıyordu. Olan biteni yadırgamamış gibiydi. Ne kadar tuhaf gelse de, ben de durumu kabullendim.
“Maraşlıdır” dedi kasketli adam. Gözlerini bana çevirmeden, sırf muhabbet olsun diye söylemiş gibiydi. “İmam mı?” dedim. “Te 30 yıldır burada. Gitmedi hiç.” Dedi. Bu köyde sohbetin böyle bölük pörçük devam eden bir süreç olarak kabul edildiğine ikna olmaya başlamıştım. Adamın dedikleri ve benim sorduklarım arasında kalan boşlukları kendimce doldurmaya çalışıp o şekilde konuşuyordum. “Hayret, hem de devlet memuru. Neden gitmedi acaba?” Bunu adama değil, kendi kendime sormuştum. Adama sorsam, soruya cevap vermeyecekti sanki. “Gölde yıkanırdık” dedi kasketli adam. Beni yanıltmamıştı. Öylesine aklından geçenleri arada yüksek sesle söylüyor gibiydi. Ben de ona ayak uydurdum. “Göl var mı buralarda?” “Şu sesi gelen derenin bir yerinde göl vardı eskiden. Çocuktuk biz. Ta buramıza gelirdi su” diyerek eliyle belinin biraz üzerini gösterdi. Gölün çok derin olduğunu ima edercesine ballandırarak söylemişti son cümlesini. Oncacık gölün nesini bu kadar büyütüyordu ki! Önemsemedim. Adam dizlerinden destek alarak doğruldu. Yoksul beline epeyce bol geldiği belli olan pantolonunu çekiştirip düzeltti. Kendi kendine konuşurcasına “Gideyim de az yatayım” diyerek yürümeye başladı. O son cümlesini söylerken sırtını bana çoktan dönmüştü bile. Muhatabı ben değil de bir başkasıymış gibi konuşuyordu yine. Sözlerini duyamadığım bir türkü mırıldanarak yürüyordu. Peşinden baktım. Beli hafiften bükük, bedeni yoksul, üstü başı bakımsızdı. Bu köyde doğup büyümüş, bu köyde aç kalmıştı. Yine çok belliydi ki bu köyde ölmeye karar vermişti. Nedenini soramadım. Sorsam da cevap vermeyeceğini biliyordum. Evin köşesini dönüp gözden kayboldu. Mevsim yazdı. Issız bir Anadolu köyünde yabancı bir adamdım. Kavak ağaçlarının yaprakları hışırdıyor, rüzgâr boş tarlalardan belli belirsiz bir toz bulutu kaldırıyordu.