Emekli Nejat Albay, o sabah çalan alarmla açtı gözlerini. Uzun zaman olmuştu alarm sesine uyanmayalı. Üstelik emekli olduğu gün bir daha alarm kurmayacağına dair de söz vermişti kendine. Alarm kurmasa da askeri okul dönemlerinden beri edindiği erken kalkma alışkanlığını uzunca bir dönem de yenmeyi başaramamıştı. Yine de alarmla uyanmak ile erken uyanmak arasında dağlar kadar fark vardı onun için. Hayatı boyunca hep bir yerlere yetişmeye çalışan Albay’ın artık hiç acelesi yoktu. Karısı Nalan, onun emekliliğini göremeden meme kanserinden ölmüştü ve çok denemelerine rağmen hiç çocukları olmamıştı. O soranlara ‘Vakit mi var çocuk yapmaya.’, ‘Biz askeriz yarın ne olacağımız belli mi?’ ya da ‘Çocuk dediğin hep dert!’ gibi bahaneler söylemişse de aslında bu hayatta en çok istediği şey Nur adını koyabileceği bir kız çocuğu olmuştu ve bu yüzden karısının kısır oluşu canını epey yakmıştı. Öyle ki 40’lı yaşlarında kalbinde teklemelere sebebiyet verecek sigaraya da bu düşünceler yüzünden başlamıştı.
Nejat Albay emekliliğinin ardından, tek başına doğduğu köye dönmüştü. Babasından kalan, daha doğrusu abileri tarafından bölünen mirasta ona verilen dağ başındaki zeytin arazisine emeklilik ikramiyesiyle ahşap bir ev kurmuş ve orada yaşamaya başlamıştı. Zaten Albay’ın planlarına göre bu kalp onu 2-3 yıl daha anca götürürdü. Bu yaşadığı hayatla bu kalbin bu günlere gelmesi bile büyük bir mucizeydi aslında onun için ve bir dağ evinde tek başına ölmekten daha iyi bir ölüm de hayal edemiyordu o günlerde. Hiç olmazsa şehirdeki komşularımıza yük olmayız, hem de devletin ambulansı boşuna çalışmamış olur diyordu.
Dağ evine yerleştikten sonra, yalnızlığından olsa gerek, öldüğümü ilk kim fark eder acaba diye düşünmüştü bir ara. Aklına ilk gelen hayırsız yeğenleriydi ama onların fark etmeyeceği kesindi. Son bayramda yanına bile gelmemişlerdi. Gerçi o bayramlarda artık eskisi gibi değildi ya, herkes tatile gidiyordu büyüklerini gören de düşünen de yoktu artık. Sonra telefon geldi aklına, illa birileri arar, ulaşamaz, sonra telaşlanır diye düşündü. Bir an durdu ve o telefonun en son ne zaman çaldığını sordu kendi kendine. Hatırlayamadı. Bir iç çekip geçmişi düşündü. Özellikle albay olduktan sonra oğlu askere giden, rica minnet için onu arıyordu ama emekli olduğundan beri o işini gördüğü rica minnetçilerden ses soluk yoktu. Hem aranacak yaşları da geçmişti artık, yaşlanmıştı sonuçta ve yaşlı bir adamın arayanı olmazdı. Kimsenin işine yaramazdı yaşlı bir adam. En son köyün bakkalı Arif’te karar kıldı. Arif kesin arardı onu. Aramayıp da ne yapacaktı, her pazar düzenli alışverişe giderdi bakkala. Alışverişini yaptıktan sonra da iki el tavla oynarlardı, daha doğrusu Nejat Albay, Arif’e tavla öğretirdi. Nejat Albay da diğer tüm askerler gibi tavlayı çok iyi oynardı. Arif’i birkaç hafta üst üste 5-0, 6-0 gibi skorlarla yenince, Arif en son dayanamayıp ‘Ya Albay’ım bana da öğret şu işi. Sen gelene kadar bu köyde bu bileği büken yoktu!’ Dedi. Bunun üstüne Nejat Albay da yaptığı her hamlenin sebebini anlatarak oynamaya başladı. Böylelikle Arif’i de bir asker eğitir gibi tavla konusunda eğitmeye başlamıştı. Evet evet, son kararını vermişti. Kesin ilk Arif fark edecekti öldüğünü. Lakin Nejat Albay’ın 2-3 yıl içinde ölme planları sekteye uğramış gibi görünüyordu. Bu dağ evine taşındıktan yaklaşık 2 yıl sonra geçirdiği şiddetli grip sebebiyle Arif onu doktora götürmüştü. Doktor, Albay’ın yaşından dolayı ona bir check-up yaptırmasını önerdi. Doktorun yaptığı kontroller sonucunda ise doğal yaşamın kalbine çok iyi geldiğini öğrenmişti ve yapılan tetkikler sonucu ölüm düşüncesini bir kenara bırakması gereken Albay’ın artık daha büyük bir derdi vardı. Doktor onda alzheimer başlangıcı görüyordu.
Albay’ın hastalığını öğrenir öğrenmez kafasında yine bir soru belirdi. Bir dağ evinde tek başına ölmek mi? Yoksa bir dağ evinde kendi varlığını bile hatırlamadan ölümü beklemek mi? Hiç şüphe etmeden birinci şıkkı seçti Albay. Ölümden korkmazdı. Zaten ölümden korkan da asker olamazdı onun gözünde ama ya unutmak! Bir ömrü son bir kez de olsa anımsayamadan mı göçüp gidecekti yani bu dünyadan? Bu sorular onun unutmaktan ne kadar korktuğunu fark etmesine sebep oldu. Bir ara intiharı geçirdi aklından. Aslında haddinden fazla bile yaşamıştı ama yok, o kadar da uzun boylu değildi, bunu yapamazdı. Peki Arif’ten istesem diye geçirdi içinden. Sonra da ‘Tavlada pul kıramayan adam seni mi öldürecek’ diye düşünüp kendi düşüncesine kızdı. Haksız da sayılmazdı, Arif bunu yapabilecek biri değildi. Bu durumda ecelin, hastalığının önüne geçmesi gerekiyordu. Bu durumda Albay da hastalığının ilerlemesini durdurmak ya da en azından yavaşlatmak adına doktorun tavsiyelerine uymaya başladı. Artık Arif’le iki günde bir görüşüyordu. Evin her yerine ‘Ocağı kapat!’ ya da ‘Benim adım Emekli Albay Nejat Kurt!’ gibi notlar yapıştırmıştı. Bir sürü bulmaca kitabı almış ve bir ödev gibi her gün onları çözmeye başlamıştı. Son olarak da çok eski bir hobisi olan resim yapmaya yeniden başlamıştı. Lakin bu yaptıkları hastalığının ilerlemesine engel olamıyordu çünkü o yalnız ve yaşlı bir adamdı. Yalnızlık ve yaşlılık ise bu hastalığın en büyük dostlarıydı. İşte tam da bundan sebep sabah alarmla uyandıktan sonra yaklaşık bir saat kadar yatakta tavanı izleyerek alarmı neden kurduğunu hatırlamaya çalışmıştı. Buna cevap bulamayınca bu sefer neden kurmuş olabileceğini düşünmeye başladı ama nafile asla aklına bir sebep gelmiyordu. Karnından gelen gurultularla düşünmeyi bırakıp kahvaltısını hazırlamaya koyuldu.
Kahvaltıdan sonra belki evin bir yerine not almışımdır umuduyla evi dolaşıp notları okumaya başladı. Televizyonun üstüne iliştirdiği notu gözüne kestirdi. Notta ’Karabaş’ı beslemeyi unutma!’ yazıyordu. Karabaş, Albay’ın dağ evine taşınırken yolda bulduğu yavru köpekti. Bir nebze de olsa yalnızlığını dindirir diye düşünüp onu yanına almıştı. Koşar adım çıkıp Karabaş’ın kulübesine gitti. Kulübe boştu. Birden anımsadı geçen ay onu tamı tamına bir gün beslemeyi unuttuğu için alıp Arif’e götürmüştü. ‘Bende telef olacak bu hayvan, sen bak Arif.’ deyip ona bırakmıştı. Bu boşa yaptığı telaş sonucu notu kaldırmayı unuttum herhalde diye düşünüp rahatladı. Aklına Arif’in gelmesi ise çok iyi olmuştu. Dün Arif’ten alışveriş yaptığını anımsıyordu, belki de Arif ‘e bu alarmı kurmasının sebebini söylemişti. Hemen eve geçip Arif’i aradı. Uzun uzun çaldı telefon, sonunda açıldı. ‘Albay’ım toptancı yeni geldi. Başım kalabalık şimdi, toptancıyı bir göndereyim, hemen getireceğim rakılarını!’ dedi ve kapattı. Nejat Albay arada birkaç tek atsa da Arif’ten rakı isteyecek kadar ihtiyaç duymazdı. Hatta Arif rakılarını demişti, birkaç şişe rakıyı ne yapacaktı ki Albay? Hemen gidip dolabı açtı. Dolapta 2-3 teklik de olsa rakı vardı. Kafayı yiyecek kıvama gelmişti artık. Bir şey olduğu ya da olacağı kesindi ama o şeyin ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyordu.
Nejat Albay sakinleşme kararı aldı. Bu telaşı bırakıp iyice bir düşünmesi lazım geliyordu artık. Önce kendine sade, okkalı bir türk kahvesi yaptı, sonra bir sigara tellendirdi. Kahveyi eline aldı, sigarayı ağzına koydu ve arka balkona çıkıp oturdu. Birkaç duman sigara ve bir yudum kahvenin ardından sakin kafayla düşünmeye koyuldu. Düşünürken gözü balkonun kenarında duran üstü örtülü şövaleye takıldı. Örtünün altındaki resmi anımsayamadı. Merak edip yerinden kalktı ve şövalenin yanına geldi. Tam örtüyü kaldıracakken gözüne örtünün üstüne toplu iğneyle tutturulmuş not ilişti. ‘Ali Osman’ın çiçeklerini sulamayı unutma!’ Yazan notu eline aldı ve birkaç defa okudu. Bu not Albay’ın her şeyi hatırlamasını sağladı. Akşama eski dostu Salih, Avukat Salih, yemeğe davetliydi. Albay cebinden köstekli saatini çıkarıp baktı. Saat iki olmuştu bile. Telaşla mutfağa geçip mezeleri hazırlamaya koyuldu. Çok geçmeden Arif, söz verdiği gibi rakıları getirip dolaba bıraktı. Ucu ucuna da olsa Salih gelmeden, Nejat Albay arka balkona rakı masasını kurmayı başardı.
Akşam karanlığı çökmüştü. Salih, önünde 3-4 çeşit soğuk meze ve bir şişe 70’lik rakıyla beraber, balkonda oturmuş hayranlık dolu gözlerle etrafı seyrediyordu. Seyrini, Nejat Albay elinde iki tabak leblebiyle beraber masaya gelerek bozdu. Leblebilerin birini Salih’in önüne bıraktı.
- Atatürk mezesi bu yenmezse olmaz!
- Yaşa be Albay’ım! Hiç değişmemişsin diyeceğim ama benim tanıdığım Nejat Albay’ın bu dağ evinde işi olmaz. Sahi ya, sen okul yıllarındayken bayram tatillerinde bile gelmezdin ki köye.
Albay verecek bir cevap bulamadı ve rakısından bir yudum alıp gülümsedi. Avukat Salih’i ise bu gülümseme hiç tatmin etmedi.
- Kim derdi ki alemci Nejat Albay, böyle dağın başına kapatacak kendini!
Albay küçük bir tebessüm takındı suratına ve dertli bir ses tonuyla geçiştirmeye çalıştı eski dostu Salih’i:
- Mecburiyetten Salih, mecburiyetten.
- Yahu bırak Allah aşkına Albay’ım! Ne mecburiyeti bu?
- Artık eskisi gibi hızlı değilim, şehir hayatına yetişemez oldum.
Albay bir nefes boşluğu duraklayıp büyük bir konuşmacı edasıyla elini hemen önünde duran zeytin arazisini gösterir şekilde uzattı.
- Hem burada zeytin dalı uzattıkça ömrümün de uzadığını hissediyorum, iyi geliyor.
- İyi gördüm seni Albay’ım. Kilo da vermişsin baya! Neydi o okuldaki göbekli halin. Biz sana göbeğin yüzünden Albay’ım derdik zaten hatırlamıyor musun? Sonra essahtan genç yaşta Albay olunca hepimiz mort olduk tabi!
Albay o günleri aklına getirip yüzüne hüzün kokan bir gülümseme takındı. İçinden ansızın kadeh kaldırmak geçti o günlere. Öyle de yaptı.
-Neyse, hadi boşver içelim göçelim!
Kadehler tokuştu, rakılar yudumlandı. Geçmiş günlerin konusu bir kere açıldı mı kapanır mı hiç? Saatlerce kadehler, bir doldu bir boşaldı. Anılar, konuşuldu da konuşuldu.
Sohbetle geçen bol kahkahalı saatler sonunda, birden bol sohbetin beraberinde getirdiği sessizlik yaşandı. Albay o gece dolunay olan aya baktı ve gömlek cebindeki sigara paketinden bir sigara çıkarıp derin bir nefes eşliğinde yaktı.
- Albay’ım, yaktın yine ama nasıl oldu kalbin, tekliyor mu hala?
Avukat Salih’in bu ilgisi Albay’ın hoşuna gitti. Yüzüne bir gülümseme takıp alaycı tavrını kullandı.
- Buraya yerleştiğimden beri kalpte bir sıkıntı yok da…
Dedikten sonra bir duman sigara alıp eliyle başını işaret etti.
- Burası tekliyor artık.
Avukat Salih, masanın üstüne eğildi. Biraz meraklanmış, biraz da telaşlanmış görünüyordu.
- Noldu Albay’ım? Hayırdır!
Albay, Salih’in bu ciddi tavrı üstüne bakışlarını bahçedeki karanlık bir noktaya kitleyip konuşmasını Salih’in ciddiyetiyle sürdürdü:
- Doktor alzheimer diyor ama bana kalırsa yaşlılık.
Dedi ve ekledi.
- Artık unutmak istiyorum demek ki!
Avukat Salih, Albay’ın elinin hemen üstünden, bileğinden sımsıkı tutarak:
- Yanındayım Albay’ım! Sen hiç merak etme, eski dostlar bugünler içindir.
Dedi. Nejat Albay, Avukat Salih’e dönüp gülümsedi. Islak bir gülümsemeydi bu, gözleri dolmuştu Albay’ın.
Nejat Albay’ın alzheimer haberinin üstünden çeyrek saat kadar geçmiş lakin ortamdaki kasvet ve suskunluk dağılmamıştı. Nejat Albay halinden memnun gibiydi aslında. O kadar alışmıştı ki yalnızlığa, uzun zamandan sonra biriyle rakı içmek yormuştu onu. Bu suskunluk hoşuna gitmişti. Her akşam bunu yapardı. Zaten ona göre bir dağ evinde yaşamanın en büyük artısı gece sessizliğiydi ya da kendi tabiriyle gecenin sesleri. Benden geriye bir şeyler kalsın diyerek yazmaya başladığı hatıratında da bu günlerdeki en büyük hobisinin gecenin seslerine kulak verip rakı içmek olduğunu belirtmişti.
Gece ile Albay’ın arasına ise Avukat Salih girdi:
- Albay’ım duydun mu? Ali Osman kayıplardaymış!
- Bizim Kaliteli Ali Osman mı?
- Maalesef o. Karısı on gündür haber alamıyormuş. Tefe tüfe işlerine karıştı diye duymuştum bir ara, muhtemelen sıktılar bir yerde kafasına.
Albay dut yemiş bülbüle döndü bir anda, suskundu. Avukat Salih ise mezelerle meşguldü. Albay, düşünüp de bir türlü hatırlayamadığı bir hususu Salih’e sormak için bozdu suskunluğunu.
– Salih, biz bu adama niye kaliteli diyorduk, hatırlıyor musun?
Salih bir kahkaha tutturdu. Bozmadan kahkahasını:
- Hatırlamıyor musun?
Dedi. Sonra Albay’ın gülmediğini farkedip, belki de hastalığını hatırlayıp, yavaşça kesti gülmeyi.
- Birinci sınıfta bizi staja götürüyorlardı hani Gelibolu’ya, sen, ben bir de Ali Osman aynı kamaradaydık. Erzak olarak da günlük kelle başı bir bayat mısır ekmeği veriyorlardı. İkinci günün sonlarına doğru, sen açlıktan ağlamaya başlayınca bu Ali Osman da Hakkı Yüzbaşı’nın üniformasını çalıp yemekhaneden yemek almıştı sana. Hakkı Yüzbaşı affeder mi hiç? Nizamiyeye döndüğümüzde aldı tabi cezasını.
Salih, şöyle bir göz ucuyla hatırladı mı diye Albay’a baktı. Albay ise çekine çekine:
-Ee?
Diyerek devamını istedi. Salih istifini bozmadan devam etti anlatmaya:
- Hafta sonu bütün gün nizamiye kapısına dikmişti Ali Osman’ı çarşıdan dönen her askeri selamlayıp ’Ben kaliteli bir orospu çocuğuyum!’ tekmili verdirmişti.
Albay, usulca gökyüzüne baktı.
- Çok uçarıydı çok!
Saat ilerledikçe kadehler boşalıyor, kadehler boşaldıkça çeneler düşüyordu.
- Ne garibanlıklar yaşadık be Albay’ım! Hani yazsak roman olur sahi.
Albay, Salih’in bu lafına sinirlendi. O askeri okulu bitirmemişti bile, nasıl böyle konuşabilirdi? Onun askeri koşullardan haberi bile yoktu.
- Seninkiler, seni disipline gir diye vermediler mi Salih okula?
- Öyle Albay’ım.
- Sonra ödedi senin peder borcunu, ver elini hukuk fakültesi. Sonrası da avukatlık zaten. Sen garibandan değildin ki oğlum! Bizim askeri koşullar da çok zor geçti.
Bu durum ne zaman Salih’in yüzüne vurulsa sinirlenirdi ama bu gece, bunu kafasına takmak istemedi.
-Haklısın Albay’ım.
Gece yarısı olmuş, masadaki 70’lik rakı yerini yenisine bırakmıştı. Albay’ın içinde bir sıkıntı vardı ama sebebini bulamamış ya da hatırlayamamıştı. Sanki yapması gereken bir şey vardı ama ne? Bu sırada içtikçe açılan Salih’in artık iyice diline vurmuştu, anlatıyor da anlatıyordu:
- Bence durum bu Albay’ım. Ne sosyalizm, ne komünizm! Tamam temelleri sağlam ama ikisi de tek başına hiçbir işe yaramaz.
Nejat Albay yaklaşık on beş dakikadır Salih’in açtığı her konuya olduğu gibi bu konuya da geçiştirici bir cevap verdi. Albay’ın her zaman kullandığı bir ideoloji vardı: ‘Sen bilirsin dersen kavga çıkmaz.’ Bu ideolojiyi sürdürdü.
- Sen mekteplisin tabi, bizden iyi bilirsin.
Salih’in gözler hafiften kaymaya başlamıştı. Albay, kendine rakı koymak için hamle yaptı. Bunu gören Salih, hali hazırda üç dört yudumu daha olan rakıyı fondip edip boş kadehi Albay’ın önüne bıraktı.
- Bırak şimdi bunları da Albay’ım, sen beni niye çağırdın? Nedir bu telefonda konuşulamayan mesele?
Nejat Albay, Salih’in rakısını uzattı. Yüzünde bomboş bir ifade vardı Albay’ın. ‘Sahi’ dedi kendi kendine. Neydi bu telefonda konuşulamayan mesele? Belki de deminden beri içinde sıkıntılara sebep olan şey de buydu, hatırlamalıydı! Masa örtüsünde bir noktaya pür dikkat odaklanmış, hatırlamaya çalışıyordu. Albay adeta kendini bu durumu hatırlamaya adamıştı. Avukat Salih ise Albay’ın tavırlarından rahatsız olmuştu. Albay, başını ellerinin arasına aldı ve düşünmesini öyle sürdürdü. Bunun sebebi başına giren ağrıyı elleriyle dindirme yahut hafifletme çabasıydı. Albay bu şekilde de yaklaşık bir dakika düşündü, tabi bu bir dakika ne Albay’a ne de Salih’e bir dakika gibi gelmemişti. Salih, Albay’ın hareketlerini hiç beğenmiyordu, korkmaya başlamıştı. Hatta bir ara Albay’ın delirdiğini bile düşündü.
- Albay’ım, iyi misin?
Nejat Albay eliyle dur işareti yaptı. Sanki aklının ucundaydı Salih’i çağırma sebebi ama gelmiyordu işte. Albay pes etti. Yok hatırlayamıyordu. Hala masa örtüsüne kitlenip kalmışken kendi beynine küfretmekle meşguldü. Utanç dolu bir ifadeyle kafasını kaldırıp Salih’e baktı. Birden gözü Salih’in hemen arkasında duran üstü örtülü şövaleye takıldı.
- Hatırladım!
Diye bağırarak ayağa fırladı Albay. Sonrasında ise çok sakin adımlarla Salih’in arkasındaki şövalenin yanına gitti. Salih, artık neredeyse emindi. Bu dağ evinde tek başına yaşamak, Albay’ın tahtalarında eksilmeye sebep olmuştu. Bunu düşünmekte haksız da sayılmazdı aslında. Şu beş dakika içinde Albay’ın davranışlarını kim izlese deli derdi herhalde. Albay şövalenin üstündeki örtüyü kaldırıp yerine geçti. Avukat Salih, uzunca bir süre tablodaki kadın suretine baktı fakat olayı anlayamamıştı. Bir ara da içinden gülüp alay edercesine, ’Güzel kadınmış keşke memelerini de çizseymiş Albay.’ diye geçirdi. Ama bittabi dışarıdan bakıldığında hiç ciddiyetini bozmuyordu.
- Kim bu kadın?
Avukat Salih’in tuvaldeki kadını aslında çok iyi tanıyor olmasına rağmen tanıyamaması da gayet normaldi. Albay’ın resim yeteneğinde gram körelme olmamasına rağmen Albay, yüzünü çok anımsayamadığı bu kadının portresini ancak hastalığın erittiği hafızasında kaldığı kadarıyla resmedebilmişti. Yani portrenin çok keskin hatlara sahip olmayıp sanki yeni yeni başlanmış bir resim gibi oluşunun sebebi tam olarak buydu. Ayrıca portredeki kadının alnına çalınan kara lekeden sebep akıttığı siyah gözyaşları da portreyi iyice tanınmaz hale getirmişti.
-Nur!
Bu ismi duyar duymaz Avukat Salih, portreyi kendi kafasında tamamlamayı başardı.
- Orospu Nur!
Diye bağırdı. Boşluğuna gelmişti Salih’in. Daha Albay’ın bozulmasına fırsat bile vermeden ekledi:
- Derlerdi yani.
Albay kaşlarını çatıp Salih’in gözlerinin içine baktı.
- Evet! Öyle derdiniz.
Salih, kırdığı pot üstüne gözlerini bir o yana bir bu yana kaçırıyordu.
- Çok sevmiştin onu, demi Albay’ım?
Albay çatık kaşlarıyla resme döndü. Resimdeki gözleri görür görmez çatık kaşları kendiliğinden açılıverdi. Bir nefes boşluğunda o yıllara dönerek derinden yanıtladı Albay:
- Çok…
Avukat Salih, bir tabloya bir de Albay’ın tabloya bakışına baktı. Aklında bir soru beliriverdi. Gergin oluşundan olsa gerek düşünmesiyle ağzından çıkması bir oldu sorunun:
- O olaydan sonra, yani nasıl desem, o tecavüz olayından sonra gördün mü onu hiç?
Bu soru Emekli Albay Nejat Kurt’un gözlerinde derin parlamalara sebep oldu. Bir soruydu belki sadece ama alzheimerı şöyle dursun ölümünün bile Albay’a unutturamayacağı anlar yine bu soruda saklıydı.
- Gördüm ya, keşke görmeseydim ama gördüm.
Gecenin sesleri bile kesilmişti, bir ölüm sessizliği yaşanmaktaydı o an. Avukat Salih ise sürekli kaçırdığı gözlerine çokça merak yüklemiş ve merak doldurduğu gözlerini Albay’a çevirmişti. Albay’ın gözündeki parlama ise giderek artmaktaydı.
- Boynundaydı, tam boynunda. Öpmeye kıyamadığım boynundaydı o hain urganın izi! Kaçak göçek girdim morga, gördüm.
İki damla parıltı, Albay’ın göz kapaklarından aşağıya doğru akmaya çalışırken Albay tarafından bir asker hassasiyetiyle daha yolun başında yakalanıp etkisiz hale getirildiler. Avukat Salih’in ise Albay cümlesini bitirir bitirmez karanlığa çevirdiği gözlerinde, şaşkınlığın ve vahşetin tüm ibareleri mevcuttu. Titreyen sesiyle zar zor sorabildi Avukat Salih:
- İntihar mı etmiş yoksa?
Albay sükunetiyle yanıtladı bu soruyu. Gecenin sesleri yok olmuştu artık. Albay rakısından büyük bir yudum aldı. Avukat Salih, içinde bulunduğu durumdan çok fazla rahatsız olmuştu. Öyle ki, karnına giren ağrıların sebebini bu duruma bağlıyordu. Gitmek geçiyordu aslında içinden. Albay’dan uzak olan her yer olurdu o an ama Albay’ı, eski dostunu, bu durumda bırakmak ne kadar doğru olurdu bilemedi. Kısa bir süreliğine kendi içinde vicdanıyla hesaplaştı ama sonuç değişmedi, hala gitmek istiyordu.
- Ee Albay’ım, resmi göstermek için çağırmadın ya beni buraya!
Avukat Salih’in sesini duyunca Albay’ın kaşları tekrar çatıldı.
- İki hafta önce Kaliteli Ali Osman buradaydı.
Avukat Salih bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
- Ne?
- İyice sarhoş olduktan sonra resmi görmek istedi.
Avukat Salih oturduğu sandalyenin üstünde doğruldu.
- Ee?
- Gösterdim. Morg olayını anlattım. Ağlamaya başladı. Sonra da itiraf etti zaten.
Avukat Salih’in sesi dahil her yeri titremeye başlamıştı.
- Ne… Neyi Albay’ım?
- O gece yarısı Nur’uma nasıl tecavüz ettiğinizi!
Albay, Avukat Salih gelmeden hemen önce, masanın kendi oturacağı tarafındaki ayağına, bir gemici halatı yardımıyla sabitlediği beylik tabancasını çekip Avukata doğrulttu. Ali Osman’ın ölümü ani gelişmişti, Albay her daim yanında bulundurduğu çakısıyla onun üzerine atlayıp boğazını kesmişti. O anki siniriyle bunu yapması kolay olmuştu ama bu sefer durum biraz farklıydı. Albay, katil değildi. Belki de gözlerine bakınca vazgeçecekti öldürmekten. Bu riski göze almamak adına, günler öncesinden yaptığı planda Salih’e neden öleceğini gösterip sonra hemen sıkacaktı kafasına çünkü intikam dediğin böyle alınırdı. Avukat Salih’in gözlerindeki sıkıntı ise yerini korkuya bırakmıştı. Zaten korkak bir adam olan Salih’in artık yalvarmaktan başka şansı da yoktu.
- Aman Albay’ım yapma! Açıklayacağım bak müsaade et bana nolursun!
- Dost bildim lan ben sizi! Hadi siktir et dostluğu da, insan sandım lan ben sizi!
Her ne kadar Salih’in yalvarması Albay’ın hoşuna gitse de plana sadık kaldı Albay, yaptığı tek değişiklik ise onu başından vurmak yerine kalbinden vurmak oldu. Avukat Salih’in karşısında yavaş yavaş ölmesi, Albay’ın kendini iyi hissetmesini sağlıyordu. Bir ara içinde bulunduğu duruma karşıdan baktı ve düşündü. Belki de haberlerde gördüğü ve ‘Psikopat bunlar!’ dediği katiller böyle böyle psikopat olmuşlardı. Belki de herkesin içinde henüz ortaya çıkmamış bir psikopat mevcuttu.