Açık televizyonun önündeki babaannemden kalan zümrüt rengi kadife koltukta uyuyakalmışım. Ellerim yanlarıma açılmış, uzun bacaklarım dışarı taşmıştı. Soluma dönmemle yere kapaklanmama bir oldu.

   Evde kopan gümbürtüyle köpeğim Tamino başını kaldırdı ve kalın sesiyle evi inletti. Kısa bir duraksamanın ardından her şeyin asayiş olduğun inanıp kafasını yeniden kolları arasına koydu ve uyumaya devam etti.

   Başımı vurdurmuştum. Enseme doğru hafif bir sızı vardı. Yerimde doğrulup uyku sersemliğiyle bir süre bekledim. Nefes alışımı düzenledikten sonra sinirle soludum ve ayağa kalktım. Ani kalkışımla başım döndü, sendelerken ayak parmağımı sehpaya çarptım.

 ‘’Allah kahretsin… Allah kahretsin…’’

   Baş dönmem geçince ilk iş sehpada dağılmış halde olan kalın evrak dosyamın üzerindeki bardağa uzandım. Soğukluğundan eser kalmamış bir yudum su, kurumuş boğazımdan geçince rahatladım. Bardağı geri koyduktan sonra, üzerinde yığınla yazı yazan destelerce kâğıda dökülmüş çikolatalı kurabiye kırıntılarını fark ettim. Yalnız bu da değildi, yerde büyük bir kahve lekesi vardı. Tamino’nun oyuncak ayısı yırtılmış, her yer tüy olmuştu. Yastıklar etrafa saçılmıştı. Ne kadar pasaklıyım, diye iç geçirdim.

   Uykumun bölünmesinden kaynaklı sinirimle kaşlarım çatılmıştı. Fazla beklemeden pencereye yöneldim. Açık camı kapamak içim hamle yaptığım sırada gözüm Boğaz’a değdi. Camı kapamaktan vazgeçtim. Daha çok açıp kafamı dışarı uzattım. Derin bir nefes çaldım İstanbul’dan. Gözlerimi kapadım istemsizce. Bu içimde gezinen telaşlı soluk ne kadar yaşatırdı beni? Birkaç dakika, birkaç saniye? Ya da belki hiç. Ciğerlerim dayanıksızdı benim. Nefesi geri verip gözlerimi açtım. “İyi geceler Yedi Kedili Kadın,” dedim. “İyi uyu da gene huysuzlanma!” diye ekledim gülümseyerek. Pencereyi kapadım.

   Adımlarım salonda dolandı ve kapı eşiğinde durdu. Televizyonun yan düğmesine basınca ekran karardı. Eve bir ölüm sessizliği sindi.

   Odama geçtiğimde, lambayı yakmadım zira gerek yoktu. Perdeleri kapamazdım ev aslında ay ışığıyla ve sokak lambalarıyla hatırı sayılır bir aydınlıktaydı. Boğazı her fırsatta görmek hoşuma giderdi ve ben ayrıca çabuk daralırdım. Hele ki evde yalnız olduğum için, son yıllarda, eskisinden daha çabuk.

   İpek yorganı çekip yatağın içine girdim ve hırkama iyice sarındım. Saçlarımı tek hamleyle çözüp siyah lastiği yan komodine koydum. Elim bir şeye çarptı. Ne olduğuna bakmak için sola döndüğümde kitap okuyan, yan yana oturmuş birbirinden bağımsız ve aralarında yaklaşık on santim olan ‘çocuk’ ben ve komşumuz Bayan Maria’yı gördüm. Bu karşılaşma beni bir anda duygulandırdı. Fotoğrafı çektirdiğimiz günü hatırlıyordum. Beni bunun için ikna etmesi zor olmuştu. Her şeyi deneyince son şansının, onunla sütlaç yapmayı teklif etmek olduğunu biliyordu. Sütlaç en sevdiğim tatlıydı. Bu fırsatı kaçıramazdım, en güzeli onunkiydi ve püf noktasını öğrenmem gerekiyordu. Nitekim şefin sırrı oldukça basitti: Süt ısınınca içine vanilya ve karanfil atıyormuş meğer… Çocuk aklımla bunu çok abartmıştım. Babaanneme koca gün onun ne kadar zeki bir kadın olduğunu anlatıp durmuştum.

   Babaannem bir daha sütlaçlarına hep vanilya ve karanfil ekledi. İtiraf ediyorum, Bayan Maria’nınkiler hala daha güzeldi.

   Özenle otuz santim yerinden oynamış çerçeveyi eski yerine getirdim. Çerçeve fransız işlemeliydi ve onun bana hediyesiydi. Hüzünle bakıp, “Tekrar iyi geceler.” dedim. Yastığa kafamı gerisin geri koyduğumda eski günler aklıma geldi. Yüzümü yorgana gömdüm.

   İlkokuldayken öğretmenimiz bir gün, “İnsanlar farklıdır. Onları oldukları gibi kabul etmeliyiz. Onları tanımadan atıp tutmamalıyız…” demişti. Önyargı konusundan bahsetmişti sonra. Fakat çevrem öğretmenimin dediklerine oldukça zıttı. Küçük olduğumuz için daha acımasızdık. Duygusal, içine atan bir çocuk olarak, sıkıntısını halen çektiğim gizli depresyonlarım o zamanlara dayanmakta. Gözlerimin renginin simsiyah olmasından, aşırı zayıf olmamdan ve çene darlığı yüzünden dişlerimin yamuk çıkmasından dolayı hep alay edilirdim. Diğerleri beni beğenmezdi. Onların arkadaşı olmak için biraz fazla çirkindim. Ve sessiz. Oysa eminim tanısalar severlerdi. Her şey daha başka olurdu, eminim.

   Tüm çocukluğum babaannemlerde geçmişti. Annemle babam ben çok küçükken boşandılar ve ne annem ne de babam benimle ilgilenebildi. İkisinin de işi hep uzaktaydı. Benden çok uzakta. Bazen oturup ağlardım. Kuruntularım derdi ki: “Onlar seni sevmiyor.’’, ‘’Senden uzak kalmak onları rahatlatıyor.’’, ‘’Sen onlar için bir külfetsin!’’ Bunlar aklıma geldikçe, hıçkırıklarım şiddetlenirdi. Var olma duygusunun ağırlığını omuzlarımda hissederdim. Dedem hemen yanıma oturur, saçımı okşar, tok bir sesle, “Gene mi?” derdi. Gene. Hiçbir şey söylemeden boynuna atılır, bana sarılmasını beklerdim. Mesajı almışçasına daha fazla hiçbir şey söylemeden sarılırdı. Halimi bir tek o anlardı, koşa koşa sığınırdım ona, her defasında. Benden bıkmaz, başından savmazdı. Böyle durumlarda babaannemden limonlu kurabiye yapmasını rica ederdi. Odamdaki resim defterimi ve sulu boyalarımı alır, verandaya serdiği örtü üzerine bırakırdı. Küçük bir çocuk olmanın verdiği kayıtsızlıkla az önceki tüm kederimi, hiç yaşanmamış gibi unutur hayal alemime dalardım. Beni nasıl sevindireceğini çözmüştü. O zamanlar beni tanıdığına inandığım tek insandı.

 

Babaannemler İstanbul’un en gözde semtinde otururdu. Dedem saygın bir cerrahtı. Dev cüssesiyle hükümet gibi adamdı. Az ve öz konuşur, bol bol kitap okur, dönemin en önemli gazetelerine bilimsel makaleler yazardı. Babaannemse çok sevilen bir Tarih öğretmeniydi. Öğrencilerinden sürekli mektuplar, özel günlerde kutular içinde çiçeklerin geldiğini hatırlıyorum. Hele Almanya’da çalışan mezun bir öğrencisi vardı ki tatillerde babaanneme fındık likörlü Sarotti çikolatalardan gönderirdi. Babaannemde bu çikolataları arkadaşları misafirliğe geldiğinde ikram eder, ne kadar harika öğrencileri olduğunu anlatır, nispet yapardı. İmrenilecek kadar gergin ve parlak teni, çıkık elmacık kemikleri, uzun, kıvırcık saçlarıyla hep ilgiyi üzerine çekerdi. Onun gibi olmak çok isterdim. Tam bir salon kadınıydı.

Balkonlarından sümbüllerin aktığı, sarmaşıkların her yanını sardığı apartmanın beşinci dairesinde ömrümün yarısı geçti. O apartmanı sevmemin en büyük nedeni, her pazar piyano dersi gördüğüm, altıncı dairede oturan huysuz ihtiyar Bayan Maria’ydı.

 

Kendisi pek de haz edilen bir kadın değildi bizim burjuva ve sofistike insanlarımız içinde. Yunanistan’dan göç etmişti ve otuz yılı devirmişti kabarık duvarlı, bu eski apartman boşluğunda… O kadar bohem biriydi ki, onun hakkında atıp tutuyorlardı. Kimisi onun dul olduğunu ya da bebeğini düşürdüğü için maruz kaldığı koca baskısından kaçtığını savunurken kimisi hasta olduğu ya da büyük bir yangın veya kazadan geriye ailede tek o kaldığı için ülkesini terk edip buraya geldiğini söylüyordu. Hepsi hikayeler uydurmaktan zevk alıyor, gerçeğin tüm eğlenceyi ve sahip oldukları üstünlük hissiyatını sileceğinden çekiniyorlardı. Bu yüzden Bayan Maria’ya hiç sorulmamıştı kim olduğu. Sonuçta o, ya dul ya kocasının utanç kaynağı ya hasta ya da kimsesizdi.

    Bazen, Bayan Maria’daki tuhaflıklar bana çok tanıdık gelirdi. Posta kutularına özellikle geceleri bakması, bakmadan önce ellerini teneke kutunun üstüne koyup gelen bir mektup olup olmadığını, şayet geldiyse kimden olduğunu tahmin etmeye çalışması; Evinden yayılan saati belirsiz müzik sesleri; Nece olduğu belli olmayan atmasyon şarkılar söylemesi, kedileriyle olan tartışmaları, gazeteyi tersten okuması… Bunlar bana çok tanıdık gelirdi. Babaannem Bayan Maria için, deli derdi. Evet, Bayan Maria bariz kafadan kontaktı. Ve bu, yine, bana çok tanıdıktı.

   Onunla ilk tanışmam gece saat üçte kulağıma gelen Mozart’ın Ay Işığı Sonat’ı sayesinde olmuştu. O gece hiç uyuyamamış, güneşin ilk ışıklarında ses kesilince üç beş saat kestirebilmiştim.

   Öğlen vakti, söylediği ne idiği bilinmez şarkılarıyla uyandığını -ya da belki hiç uyumamıştı- anlamış, su yeşili şortum, mor uzun kollu tişörtüm, cırtlak kırmızı pelerinim, pembe kelebekli tacım ve sarı terliklerimle babaanneme “Ben Bayan Maria’ya gidebilir miyim?” demiştim. Masumane bakışlarıma kanmış izin vermişti. Katına geldiğimde, dört kez tıklatmıştım. En sonunda minik bir aralık bıraktıran kapı zincirinden bana göz ucuyla bakıp, “Kimsiniz küçük?” demişti. Garip… oldukça garip bir aksanla. Ona, “Alt kat komşunuz, Beş Numara.” demiştim. Başını sallayıp kapıyı kapamış, zinciri indirip sonuna kadar tekrar aralamıştı. Bir an için, kapıyı kapadığı esnada, beni içeri buyur etmeyeceğini zannedip gerilmiştim. Terliklerimi çıkarmak istediğimde, “Mahzuru yok, gir çocuğum.” demişti. Aksanının ardında oldukça yaşlı, yorgun ve yıllanmış bir ses vardı. “Tamam.” deyip içeri geçtiğimde farklı bir dünyanın varlığına tanıklık etmiştim. Burada her yaşlı evinde olması gereken büyük cam vitrin, kristal bardaklar ve uzun, ciddi, şu aile yemeği için olan masalardan yoktu. Her yer kedi ve mürekkepten oluşan ekşi bir kokuyla çevrili, her yer kâğıt, her yer gün ışığındaydı. Her yer Bayan Maria’ydı. Sanat burada can bulmuştu. İkimizin de evleri aynı manzaraya bakıyordu, buna rağmen Bayan Maria’nın balkonundan bakınca, karşı caddedeki balıkçıları daha umutlu görürdüm. Hatta oradayken onların keyifle ıslık öttürdüklerini dahi işitirdim.

   Etrafı ağzım yarı açık inceliyordum. Kenara şilte koymuştu. Şiltenin üzerinde çok fazla boya lekesi vardı. Etrafı da fırçalar ve duvara dayatılmış birkaç tabloyla çevriliydi. Koltukta bir çello çalınmak üzere bırakılmış, pencerenin önünde orta boyutlarda üç tanrı heykeli cilalanmış, koridora bakıyorlardı. Bayan Maria’ya büyük bir ilgiyle döndüm. Mutfakta fırından çıkardığı mamalarını tezgâha dizili yedi kedisine de paylıyordu. Onu izledim. Görüntüsünü aklıma kazıdım.

   Dümdüz kızıl saçları vardı. Saçları omuzlarına kadar normal, omuzlarından sonra sivrilerek bir üçgen oluşturuyordu. Boyu uzun, bedeni sıska ve ellerindeki damarlar belirgindi. Sesi tiz ve gözaltları mordu. Yüzü kırış kırış, bağrı kızarıktı.

   Kedilerine mamalarını koyduktan hemen sonra kulaklarını seviyor, burunlarına öpücük konduruyordu. Onlara çocuğu gibi bakıyordu. Onların usluluklarından gurur duyuyor, yaramazlıklarıyla eğleniyordu.

   Bayan Maria, alt dolaptan bana bir paket yulaf çıkardı. Ardından buzdolabından süt koydu tezgâha -buzdolabında sadece süt vardı. Üst dolaplardan birinden kâse çıkarıp hepsini içine boca etti ve bir kaşıkla yulafları sütün içinde yumuşattı. Yanıma gelip, önüme minik bir sehpa, sehpanın üzerine de kâseyi koydu. “Sağ olun Bayan Altı Numara.” deyip kaşığa bakındım. Unutmuştu. “Ah dur getireyim,” dedi ve ayaklandı. Engelleyip biraz önce kapının önündeyken ondan duyduğum kelimeyi ona sattım. Bilmiş bir edayla “Mahzuru yok, oturun lütfen.” dedim ve kâseyi ellerime alıp, eski çağ insanları gibi ya da bir bardaktan su içer gibi, içtim yulaflı sütü. Kaşlarının yukarı kalktığını, Bayan Maria’nın eğlenir olduğunu fark ettiğimde, ikramını bitirmiştim. Kâseyi yerine koyup, ağzımı silmek için peçeteyi aradım. Onun da olmadığını görünce omuzlarımı silktim ve tişörtümün koluna ağzımı sildim.

   Bayan Maria herkese kabaydı. Herkese nemruttu. Bir kedilerine nazik ve sevgi doluydu bir de bana. Şans bu ya, gülmüştü yüzüme. Gözlerimi, dişlerimi, iskelet gibi oluşumu umursamayan biriyle tanışmıştım. Beni tanımak isteyen biriyle. Koca koca hanımlar gibi, oturup iki laf etmek isteyen biriyle.

   O zamanlar altı yaşındaydım. Bayan Maria bana hep kızıymışım gibi davrandı. Beni eğitti. Bana piyano dersi verdi. İstanbul’u gezdirdi. Bir gün, Kanlıca’daki bir restoranda oturuyoruz, hemen karşımızda Boğaz, bir şeyler mırıldandı kendince, “Bir şey mi dediniz Bayan Maria?” diye sordum meraklı gözlerle. Hemen irkildi ve bana baktı. Mahzundu, “Martılar diyordum, ne şanslılar! Keşke bizim de kanatlarımız olsaydı. Ben herhalde İsviçre’ye giderdim. ” dedi. Burnunu çekti, gözlerini devirdi. Ağlıyordu. Dedem gibi onu sıkıca sardım. Ve sessizce göz yaşlarının bitmesini bekledim. Sormadım hiç, neden İsviçre diye ya da neden ağladığını. Belki de sadece, İsviçre’yi seviyordu ve gözüne bir şey kaçmıştı, demiştim kendime. O gece ilk defa dua ettiğimi ve tanrıya, Bayan Maria’ya kanat bahşetmemesi için yalvardığımı hatırlıyorum. Altı Numara olmazsa ne yaparım, diyordum kendime sürekli.

.

.

.

‘’ Ah, dedeciğim o kadar harika bir kadın ki!.. Bana ilham veriyor.’’

‘’Onun gibi biriyle dost olduğum için çok şanslıyım anne.’’

‘’Hayır, artık yalnız başıma oyun oynamıyorum ama yine de memnun değilim zira yenilmez bir arkadaşım var… Evet, çok sinir bozucu…’’

.

.

.

Çoktan tadılması ve gardının alınması gerekilen acılara karşı, inanılmaz bir acizlikte doğuyoruz. Maalesef insan bir başka insanı, aynı kahve fincanını paylaştıklarında, aynı tabaktan yediklerinde, ateşi çıktığında alnına soğuk bezler koyduğunda ve kanatları olmasın diye ilk duasını ettiğinde öyle çok konumlandırıyordu ki gönlünde, zamanı geldiğinde hayatı boyunca belki de yüz-iki yüz kere dediği ‘’Hoşça kal’’ lakırdısına, dilini yeni öğrenmeye başlamış bir bebek kadar yabancı kalıyordu. Kelimenin anlamını bilir ancak doğru sesleri çıkaramaz, kekelemeye başlardı…

Herkes yaşar bunu. En güçlüsü de en zayıfı da. En güzeli de en çirkini de. En zengini de yaşar en fakiri de. İnsanlığın ortak zaafı ‘’O’’ kişidir. Çünkü eğer ‘’O’’ olmazsa, insan yatacağı yeri dahi şaşırır.

   On beş yaşımdayken Bayan Maria, uçtu gitti bu kentten. Ölüm döşeğindeyken bana, “Ölünce yakın beni, atın Boğaz’a, bilirsin akıntısı çoktur Boğaz’ın, kaybolur giderim kimsecikler bulamaz beni.” demiş, burukça gülümsemiş, “Ben yokken kedilerime bakar mısın?” diye sormuştu. Elimi elinin üzerine koymuş, dokuz yıl önce ondan öğrendiğim kelimeyi yine ben satmıştım ona, “Mahzuru yok, aklınız kalmasın Bayan Maria.” demiştim.

   Sesim kırıldığı gibi yüreğimde kırılmış onun gözlerine serpilmişti. Onun tek ailesi ben ve kedileriydi. Benim tek ailem o ve dedemlerdi. İçimden, beni al onu alma tanrım, diye dua ettiğimi hatırlıyorum. Bilseydi kahrolurdu.

   Onunla birkaç gün ayrı kaldığımızda dahi, hüzünle dolardı içim. Yerine hiçbir kimseyi, hiçbir oyuncağımı koyamazdım. Bir yalnızlık sıkıntısı esir ederdi ruhumu. Onu ebediyen kaybetmeyi nasıl hazmedebilirdim, bilemiyordum.

   Son sözleri annesiyle alakalıydı. İsviçre’de annesi sinir hastalıkları kliniğinde yatarken uyku ilaçlarının dozundan ötürü kalp krizi geçirerek vefat etmiş. Bir akşam hafif çakırkeyifken anlatmıştı. Hep pişman olmuş onu yalnız bıraktığı için, suçlamış durmuş ak alnını. Kanatları o gün bu yüzden istemiş. Aleyhine ettiğim dualar için kısa bir pişmanlık yaşamıştım ilk duyduğumda.

    Annesini çok merak etmişimdir. Belki de kızıl saçlarını annesinden almıştı.

   İstediği olmuştu. Bayan Altı Numara yakılıp külleri Boğaz’a atılmıştı. O öldükten dört ay sonra kedileri teker teker can verdi. Onlar da yakıldı, külleri Boğaz’a atıldı. Bayan Maria her ne kadar o gün bunu söylemek isteyip söyleyememişse de gözlerini okumak sandığı kadar zor değildi.

   Öldüğü zaman beklediğimden de zor bir dönem geçirdim. Aylarca sustum herkese. Ağlamalarım durmuyor, parmaklarım kopana dek piyano çalıyorum. Yıllarca üstümden atamadığım bir kaybetme korkusu, depresyonlarımı tetikliyor psikiyatrlardan çıkamaz oluyordum. Antidepresanla ayakta kalmaya, devam etme gücünü elde etmeye çalışıyordum. İçinde debelendikçe kaybolduğum girdaptan, dedemin okuduğu gazetede gördüğüm bir manşetle sıyrıldım. 13 Haziran 2008, ‘’Ölenle Ölünmüyor’’…

   Açıklamasında Taksim Gazinosu’nda sahne alan ünlü bir ses sanatçısının sevgilisiyle ilgili bir şeyler beyan edilmişti. Alakadar olmadım o kadarıyla, daha doğrusu olamadım. Çünkü bu iki kelime beni tastamam etkisi altına almış, bir bakıma ‘’Uyan!’’ çağrısıyla ikaz ediyordu. İçin çürüyecek, uyan.

   Teorik olarak içinize işlemiş birini unutmanız imkansızdır. Yaşamda yeni bir sayfa açılabilir ancak önceki sayfanın mürekkep izlerini nasıl görmezden gelebilirsiniz ki? Bizi biz yapanlarda o izler olmuyor mu sahi?

  Duş almış, kuaföre gidip saçlarıma şekil verdirmiş, cilt bakımı yaptırmış, biraz alışverişe girişmiştim. Babaannem için Yunan mitleriyle ilgili bir kitap satın alıp evime döndüğümde salep içip antidepresanımı çöpe atmıştım. Odamdaki eşyaların yerleriyle oynamış, Kitaplarımı yeni açılacak olan bir kütüphaneye bağışlamıştım. Dolabımdaki eskileri kapıcı Merasim’e vermiştim.

   Benim adıma herkes mutluydu. Bende. Derin okyanus çukurlarında dibi gördükten sonra yüzeye yeniden ulaşmış ve nefes almaya başlamıştım. Ciğerlerim yanıyor olsa da iyileşeceğimi biliyordum… Benim için İstanbul Boğaz’ı, iki kıtanın suç ortağı, yedi kedili bir kadındı artık-Bayan Maria’ydı.

   Yatağımda doğrulup, çerçeveyi elime aldım ve öptüm. ”Sana bunu daha önce hiç demedim… Mürekkep izim olduğun ve beni ben yaptığın için teşekkür ederim deli kadın, sana çok şey borçluyum.”

  Gün ağarmaya başlıyordu, balıkçıların ıslık sesleri eşliğinde uykuya kendimi teslim ettim.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: