Tatlı bir sonbahar günü; tüm diğer sonbahar günleri gibi melankolik ruhların sığınağı. Benim sığınağım parlak büyük güneş olmadı hiç. O kadar parlaklığın ve ışıltının altında sönük kalan onca ruh ve onca renge hasretim ben. Gölgelerde kalmış, gürültüsüz, patırtısız insanların dolandığı kaldırımlara hasretim. Yaz günlerinin neşeli, tasasız, kalabalığı bana göre değil ki onlar; gürültücü kahkahaları ile çığırtkan ağustos böcekleri ile yarışır ve onlar; ürkek yarasaların gecesini çalıp gündüze çevirirler hiç sönmeyen ışıklarıyla. Gecenin kendi içinde doğurduğu birçok hikâye sahipsiz kalır, ne gören vardır ne de duyan sessiz anlatıcıları. Herkes kendini gerçek sanır oysaki gerçekler bile masallardan doğar.

        Karanlığın o renkli cümbüşünün, erken doğan ve geç batan güneşin yoğun ışığı altında boğulduğu o bunaltıcı yaz bitti artık. Güneş daha küskün ve gök her an ağlamaya hazır. Gözlerimi kısmadan bakabiliyorum o tatlı gökyüzüne ve kayıp birçok renk sevinçle, kendilerini göstermeye hazır. Duyabiliyorum ürkek adımlarını birikmiş onca masalın ve dünya hırçın denizleri ve öfkeli gökleriyle daha canlı görünüyor gözüme.

       Yağmurlu bir gün ve ben Elif’i bekliyorum. Kendi karışımım olan özel bir çay demledim ve belki de dünyanın en güzel çikolatalı kurabiyesini yaptım. Yarım saate gelmesi gerekir, kendime biraz çeki düzen verdim ve pencerenin önünde bir taraftan Peyami Safa okuyup bir taraftan geleni gideni gözlemiyorum ve neyse ki insanların sayısı yazın bitmesiyle azaldı oturduğum mahallede. Kediler kaldı, kuşlar, köpekler ve belki son kez şarkısını söyleyecek birkaç ağustos böceği.

        Elif göründü bahçe kapısının önünde, kalktım sokak kapısını açtım derhal, içeri buyur ettim. Sarıldık birbirimize. Kaç aydır görüşemiyorduk? Dört beş? Neredeyse tüm yaz haber alamamıştım ondan. Uzaklarda yaşıyor Elif, çok çok uzaklarda.

        Pencerenin önünde karşı karşıya oturduk; gözleri pırıl pırıl ve her daim yaşlı. Unutmamak içinmiş acısını o bitmeyen gözyaşı, öyle dedi bana. Unutmayacakmış asırlar asırlar boyu. Üzerine tonlarca toprak yığılsa ve o tonlarca toprak binlerce çiçek açsa da unutmayacakmış ne göğün ne yerin kızı Elif. Sığamaz artık hiçbir yere.

        Çayları ve kurabiyeleri getirdim bir tepsinin üzerinde. Çaydan birkaç yudum aldı ve kurabiyeden ısırdı, tebessüm etti tatlı tatlı. ‘öğreneceksin bu işleri, öğreneceksin, çok çok yaklaşmışsın, bitkilerin ruhları olduğunu fark edeceksin sen de’ dedi. Ne demek istediğini sordum, cevap vermedi hiç, onun yerine bahçenin hemen köşesindeki nar ağacını işaret etti:

—Ah harika görünüyorlar. Toplasak mı? Olmuş mudur?

—Olmuştur ya. Hem de çok güzel olmuştur.

       Gülümsedi, gülümsedim. Yağmur yavaş yavaş çiseliyordu hala, çıktık gene de bahçeye. Ağaca çıktı Elif. En üst dallardan en olmuş kıpkırmızı narlardan 3 tane toplayıp aşağıya indi. Mutlu olmuştu. Onu öyle görünce neşelendim ben de. Eve girip kestik narları. Hakikaten de olgunlaşmışlardı ve çok lezzetliydiler.

       Bitirince hepsini baktım gözlerine, konuşmasını istiyordum benimle:

—Anlat hadi neler yaptın? Acın azaldı mı hiç? Hala dolanacak mısın gökle yerin arasında yoksa çıkacak mısın yedi katından yukarı?

—Dolanmaya ant içtim ben. Tanrı beni görene değin, acım acısı, gözyaşım gözyaşları, nefretim nefreti ve sevgim sevgisi olana değil dolanacağım onun gözlerinin önünde. Bazen sürüneceğim, bazen uçacağım fakat ant olsun, gecelerin ayına ki er ya da geç göstereceğim kendimi. O vakit anlayacak dengesizce yaptığı tüm o hareketlerin nelere nelere sebep olduğunu.  Beni yendiğini sandı, dört bir tarafa dağıttı kollarımı ve bacaklarımı, kimse bulamasın diye işaret koydu. Toparladım kendimi, sen ve senin gibilerle, beni görenlerle, beni işitenlerle, soğuk havada bir sıcak çay verenlerle. Sizinleyim ve sizin için buradayım. Zorbalık ve kaba kuvvet yenemez artık beni, ne de olsa bir bedenim yok. Karşı karşıya geleceğiz onunla ve birleşeceğiz tekrar Tanrı ve Tanrıça olarak. Ancak öyle dengelenir tüm bu kayıp ruhlar ve kederli ve yaşlı dünya.

—Sen gerçekten var mısın Elif? Ah belki de yalnızlığımdan dolayı uydurdum seni. Fakat şimdi sehpada nar kabukları ve boş iki bardak görüyorum. Varsın öyle değil mi?

—Vara yok deme Gül. Vara yok deme. Yaşadığın her şey ya gerçek olmalı, ya da hayal; hangisini tercih edersen.

—Daha sık gelsen olmaz mı?

— Yazın beni göremezsin. Tanrı o kadar ihtişamlı ve parlak ki ve insanlar kendilerini o derece ölümsüz sanıyor ki, ben ‘buradayım, geldim’ diye bağırsam bile meydanlarda kimse duymaz beni. Anca böyle havalarda insanlar sorguluyor dünyayı ve onun içindeki tüm o zorbalıkları ve ben geliyorum akıllarına; bir zamanların üretken tanrıçası. Şimdilerin cadıları, o zamanların şifacıları idi benim sayemde ve gene benim sayemde öte diyarlardan alırlardı haberleri. Ben kadınların yarım kalan ruhuyum, bitkilerin ve otların kraliçesi, şifacıların anasıyım. Kadınların şifa veren ellerin kaynağıyım ve kötü ruhları kaçıran en usta kadınım ben ve sana ilmimi öğreteceğim yavaş yavaş. Tanrının ne kadar zorba olduğunu kendi kendine kanıtladığımız gün, şifacılar çoğalacak yeryüzünde ve erkek egemen kimyasalların yerini topraktan çıkanlar alacak gene. Sabret! Sabret e mi?

        Sabredeceğim elbet, sabredeceğim fakat tüm bu acı çekenler sabredebilecek mi? Canları yetecek mi Elif’i beklemeye. Umutları var mı peki? Elif kalkmıştı bile, ‘gitme’ dedim ‘gitme’. Yaşlı gözlerle gülümsedi sadece ve bir anda yok oldu gözümün önünde. Nar kabuklarıyla yapayalnız kaldım, toplayıp atmayı düşünüyordum ki içlerinde değişik değişik birçok tohum olduğunu fark ettim. Bana hediye bırakmıştı Elif, dünyanın en değerli hediyesini. Tüm tohumları ektim saksılara, her şey dengesini bulduğunda toprak bu tohumlarla yeşerecekti; hissediyordum.

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: