“Aşıkın sevgilisinden dilediği sevgiden başka bir şey olmamalıdır”
Molla Cami
Eve dönerken, dolmuşta hep bunu düşündü. Artık yazmalıydı. Evet, ne yaşıyorsa aynen yazmalıydı. Çünkü yaşadıklarını yalın anlatmak da ilginçti. Zaten öyle düşünmüyor muydu ki yazısının beğenilme kaygısı olmadan sadece kendisi için yazdığını ispat etmeye gerek duysun?
Eve gelince yemek bile yemedi. İçeride, açık ışıkta, televizyon önünde uyuyakalan anne-babasına sessizce bir göz attıktan sonra odasına çekildi. En sevdiği radyo istasyonunu açarak hafif seste radyo dinlemeye ve yazacaklarını sanki bir üçüncü kişi yaşamış gibi yaşadıklarını yazmaya başladı.
Birkaç defa deneyip, çok basit bulup yırttığı yazılarına çok benzettiği halde, nedense bu yazıyı yırtmak içinden gelmedi. İyi-kötü hayatından bir kesit anlatıp, o çok böbürlenerek anlattığı iyi bir yazar olma idealini, en azından benim diyebileceği bir hikayede somutlaştırmak istiyordu.
Ve nihayet anlatacağı hikayeye günün tarihini atarak, en çok düşündüğü sorulardan birini kendine sorarak yazmaya başladı.
2 Mayıs 1995
Okumak ve yaşamak arasındaki dengenin ölçüsü ne?
Girişi beğenmedi ve yemekten sonra tekrar yazmaya başlamaya karar verdi.
…
Yemek için ara verdiği yazısına ancak ertesi günün akşamı başlayabildi.
3 Mayıs 1995
Hayatta, yemek-içmek, gezmek, eğlenmek, bir erkekle ya da kızla flört etmek, sigaraya ya da içkiye başlamak-bırakmak, evlenmek-boşanmak, zengin olmak, hayır şöhretli olmak dışında okumak vazgeçilmez bir uğraştır. Üretmek için okunabilir. Fakat ya yaşamak? Bir sofu gibi eve kapanmak ve Leyla’nın kabilesinin Mecnun’a hazırladığı suikastten Mecnun’un babasının haberdar olmasını, sonra Mecnun’un babasının Mecnun’a nasihatini Nizami’nin dilinden okumak… Ya da Rousseau’nun, vücuduna sahip olmayı istemeyecek kadar sevdiği kadını, itiraflarından okumak, kendini Rousseau ile karşılaştırmak, benzerliklerine şaşırmak, saati unutacak kadar bir zevk olabilirdi. Ve fakat, hep yaşananların gölgesinde yaşarken ellerinden akıp giden yaşamı ıskalamak…
Hep bunları düşündü. Onu ilgilendiren duygu yüklü öykü ve romanları artık okumaktan çok yaşamak ve okuduklarını ve hayallerini değil, yaşadıklarını yazma isteğiyle bir anda doldu. Ama gerçekte bunu uygulamanın kolay olmadığını bir anda anladı. Midesinde belli belirsiz bir yanma duydu. Ertesi günkü Güneş Sanat Galerisi’ndeki bir randevusuna geç kalmamak için hemen yattı.
…
Sonunda kafasındaki masalı yazmaya başladı…
Bir zamanlar küçük bir kasabada güzel mi güzel, şirin mi şirin, tatlı mı tatlı bir kız yaşarmış. Kız, gülüşüyle dağları eritir, şakımasıyla nehirleri çatlatırmış. Bu ay parçası cici kızın seviştiği bir yağız delikanlı varmış. Bir gün yağız delikanlı, ay parçası kızı karşısına almış, yüreğinin yangınını artık O’nun dindiremediğini söylemiş ve ardına bakmadan uzaklara, çok uzaklara gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Ay parçası, kırık kalbi ile umarsız, yapayalnız öylece kalakalmış. Gün gelmiş ağlamış, gün gelmiş gülmüş. Gel zaman git zaman bir gün karşısına yakışıklı mı yakışıklı, derviş mi derviş, beyaz pelerinli, buruk bakışlı bir genç çıkmış. Bu gencin yanında bir bağlama, bir de ağzı sımsıkı bezenmiş büyük bir küp varmış. Ay parçası genci görünce ondan çok etkilenmiş. Böylece kırık kalbini onarabilir, aşk acısını unutabilirmiş. Gencin yakışıklı olmasının yanında güzel bir bağlamasının olması dikkatini çekmiş. Ancak asıl ilgisini çeken, gencin yanındaki sımsıkı kapalı küpmüş. O küpün içindeki hayal ettiği mücevherleri düşündükçe gözleri parlamaya başlamış. Masal bu ya, genç çift sık sık karşılaşıp görüşmeye başlamışlar ve kalpleri yavaş yavaş birbirine ısınmış. Bir zaman sonra Ay parçası, artık buruk bakışlı gençle konuşmaya, ona duygularını anlatmaya karar vermiş. Ama aklının bir ucunda da hep kapalı duran küp varmış.
O gün buruk bakışlı genç, ay parçasını uzun uzun dinlemiş. Susmuş… Susmuş… Sonunda dile gelmiş. O’na ağzı sımsıkı kapalı büyük küpünün dışında her şeyi verebileceğini, ama aslında altına, paraya hiç değer vermediğini anlatmış. Ve Ay parçasına iki seçenek tanımış. Küpünü kendisinden istemezse onunla bir ömür boyu beraber olacağını, isterse, küpü hediye vereceğini ancak onunla olamayacağını anlatmış. İstemiş ki, kendi gibi ay parçasının da dünya malında gözü olmasın. Ay parçası düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş… Nihayet küp merakı, gence olan duygularına galip gelmiş. Buruk bakışlı genç bağlamasını almış, ağzı sımsıkı kapalı küpü ise ay parçasına vermiş. Ay parçası hemen küpü açmaya çalışmış ama ne yaptıysa açamamış. Nihayet kırıp açmaya karar vermiş. Gözüne kestirdiği büyükçe bir taşı küpe indirmesiyle küpün kırılması, küpün kırılmasıyla da buruk bakışlı gencin yere yığılması bir olmuş. Buruk bakışlı genç son nefesini verirken, küpteki kırık kalp hala Ayparçasının ellerindeymiş.