Tepeye ulaşmama çok az kalmıştı ama artık bacaklarımda sırtımdaki yükün ağırlığına dayanacak gücü bulamıyordum. Attığım her adımda dengemi kaybediyor, geriye doğru sendeliyordum. Mahzun servi ağaçlarının latif bir ahenkle dört bir yana dağıldığı, şehrin ölgün havasından sadece birkaç kilometre uzaklıktaki ormanın tam ortasındaki bu görece minik sayılabilecek tepeye daha önce tırmanmıştım, fakat ilk defa bu kadar zorlanıyordum. Bu güçlüğün sebebi sırtımdaki yüktü elbette. Tepeye ilk kez, ve umarım son kez, onunla birlikte tırmanıyordum. Havanın karanlığı da tırmanışımı yavaşlatan faktörlerden biriydi. Gece yarısı yola koyulmadan önce tepedeki ayın bana ışık kaynağı olacağını düşünmüştüm. Ne yazık ki o ve ışığı ben ormana ulaştıktan dakikalar sonra kalın bir bulut tabakası arkasında gözden kaybolmuştu.
Her ne kadar bu işi daha fazla uzatmak istemesem de yorgunluktan bitap düşmüş haldeyken kendimi tırmanmaya zorlayıp bu yükseklikten aşağıya düşme riskini göze alamazdım. Sonuca bu kadar yaklaştıktan sonra her şeyin bir anda elimden uçup gitmesine izin vermek dileyeceğim son şeydi.
Evimin ardiyesinde bulup gizlice aldığım beyaz bir çarşafla sarıp sarmaladığım cesedi dikkatlice sırtımdan indirip gözüme sağlam görünen, yosunlarla kaplı bir kayaya dayadım. Cesedin aşağıya yuvarlanmayacağından emin olduktan sonra yavaşça yanına uzanıp gözlerimi yumdum. Saatler sonra ilk kez ayakta değildim. Sırtımın ne kadar ağrıdığını şimdi fark ediyordum. Rahatlamıştım; ancak kendimi bu duyguya pek de kaptırmak istemiyordum. Olur da bu rahatlık hissi beni tamamen içine çeker ve uykuya dalarsam saatlerce kalkamayacağımı biliyordum.
Birkaç dakika sonra gözlerimi açtığımda karşımda gördüğüm manzaraya inanamadım. Daha az önce zifiri karanlığın hükmünde olan gökyüzü şimdi mat bir kızıllığa boyanmıştı. Bulutların ardındaki güneşi göremiyordum. Güneş, ya henüz benim göremeyeceğim bir açıdaydı, ya da gökyüzündeki bulut tabakası benim düşündüğümden çok daha kalındı. Havanın bu kadar çabuk aydınlanmasına imkan olmadığının farkındaydım; ama aynı zamanda uyuya kalmadığımdan da oldukça emindim. Sanırım tırmanış sırasında umduğumdan daha fazla zaman kaybetmiştim.
Böyle bir işe gecenin karanlığında kalkışmanın pek akıl karı olmadığını kabul ediyorum. Hiç kimsenin gece vakti ıssız bir ormanda sırtında bir ceset ile yalnız başına kalmak isteyeceğini zannetmiyorum. Fakat maalesef bundan başka şansım yoktu. Gündüz vakti buraya onunla gelemezdim. Bu iş için elimde olan tek zaman herkesin uykuda olduğu, yokluğumun fark edilmeyeceği gecenin geç saatleriydi.
Hedeflediğimden oldukça geride kalmış olmama rağmen cesedi tepedeki mezara gömüp geri dönmek için hala zamanım vardı. Tüm vücudumu zorlayarak ayağa kalktım. Tam olarak dinlendiğim söylenemezdi ama en azından artık nefes nefese değildim. Dengemi kaybetmemeye büyük bir özen göstererek cesedi tekrar sırtıma aldım. Derin bir nefesin ardından sağlam adımlarla tırmanmaya devam ettim.
Kendime sürekli tepeye ulaşmama çok az kaldığını söyleyerek bedenimde neredeyse bitmek üzere olan direnci ayakta tutmaya çalıştığım kabustan hallice dakikaların ardından nihayet tepeye ulaşmayı başardım. Tırmandığım yokuşun çıplak toprağının aksine tepedeki arazi ılık, hafif bir rüzgarla zarifçe salınan gür otlarla kaplıydı. Normalde bu otlar en parlak zümrütleri bile kıskandıracak kadar yeşillerdi. Fakat şimdi onlar da yeryüzündeki diğer her şey gibi gökyüzündeki tekinsiz kızıllığın altında her zamankinden farklı bir renge bürünmüşlerdi.
Son bir gayretle ileri atılıp cesedi mezarın içine, kendimi de otların üzerine attım. Vücudumdaki her bir hücre ayrı ayrı sızlıyormuş gibi hissetsem de çimenlerin serinliği iyi gelmişti. Kendimi hem fiziksel hem de zihinsel açıdan zinde hissediyordum. İşin en zor kısmı geride kalmıştı. Artık tek yapmam gereken yıllar önce kazdığım bu mezarı bir daha açılmayacak şekilde kapatmaktı.
Kısa bir süre uzandıktan sonra tekrar ayağa kalktım. Mezarın yanındaki toprak yığınına saplanmış paslı küreği elime almadan önce mezarın içine gelişi güzel attığım cesedi bir kez daha kontrol etme ihtiyacı hissettim. Cesedin ayaklanıp bir yere gitmeyeceğini biliyordum. Bu defa onun gerçekten öldüğüne emin olmuştum ama yine de kendini tam anlamıyla güvende hissedemiyordum. Cesedin mezarın içinde hareketsizce uzanıyor olduğunu görmek biraz da olsa bu güvensizliği kıracak diye umuyordum.
Dediğim gibi, daha önce defalarca kez bu noktaya gelmiştim. Ancak ilk kez mezarın bu kadar derin ve karanlık olduğunu fark ediyordum. Altındaki her şeyi kendi rengine boyayan kızıl gökyüzü bile onun rengini açamamıştı. Işık, sanki mezarın içine ulaşmıyordu veya karanlık tarafından içeri düştüğü anda yutuluyordu.
Küreği toprak yığınından çıkartıp ucunu toprakla doldurduktan sonra cesede son bir kez baktım. Nedenini bilmese de onun bu halini aklına kazımak istemiştim. Ardından bir an için tereddüt etmeme karşın küreği mezarın içine doğru boşalttım. İlkinden sonraki her toprak atışı bir öncekinden daha kolay geliyordu. Baştaki güçsüzlüğü yavaş yavaş üzerinden atmaya başlamıştım. Git gide hızlanıyor, küreği toprak yığınına daha sert bir şekilde saplayıp hiç beklemeden mezarın içine doğru savuruyordum. Birkaç dakika içinde ceset tamamen toprağın altında kalmıştı. Yine de yavaşlamaya niyetim yoktu. Nefes nefese kalmama ve kollarımın alev alev yandığını hissetmeme rağmen mezar tamamen dolana kadar durmamaya kararlıydım.
Nihayet kalan son toprağı da mezarın üstüne attığımda gökyüzündeki mat kızıllık iyiden iyiye parlak bir hal almıştı. Küreği sakince yere bırakıp dizlerimin üzerine çöktüm. Biraz gecikmiştim ama sorun değildi. Yüzümde beliren gülümsemeye engel olamıyordum. Sonunda ondan kurtulmuştum. Bugüne kadar gösterdiğim tüm çaba sadece bu anı yaşayabilmek içindi. Bir yandan arkamdan esen tatlı bir meltem yavaş yavaş gevşeyen vücudumu hafifçe okşarken diğer yandan tepedeki mütevazı sessizlik tüm yorgunluğumu alıp götürüyordu. Ben ise yıllar önce zorunluluktan açtığım, bugünse büyük bir kararlılıkla kapattığım mezarın başında muzaffer bir komutan edasıyla duruyordum. Bu yolda feda ettiklerimin haddi hesabı yoktu fakat sonunda istediğimi elde etmiştim.
Gözümün üzerine düşen saçlarımı ellerimle hızlıca geriye doğru taradım. Kolumun dış tarafıyla alnımdan damlayan ter damlalarını sildim. Vücudumun açıkta kalan tüm kısımları ve kıyafetlerim siyah toprağın ve terimin oluşturduğu çamur ile kaplanmıştı. Aklımda eve döner dönmez kıyafetlerimden kurtulup suyun altına girmekten başka bir şey yoktu.
Muhtemelen zamanla arazideki otlar mezarın üstünü kapatacaktı. En azından ben öyle olmasını umuyordum. Günün birinde tepeye geri dönüp mezardan geriye hiç bir iz kalmadığını görme fikri oldukça cezbediciydi. Yine de bir daha asla bu tepeye uğramamayı, hatta ormana çıkan dar, virajlı dağ yolunu dahi unutmayı tercih ederdim. Tekrardan ayaklarımın üzerine doğrulduğum sırada mezarın yanı başına bıraktığım kürek gözüme takıldı. Onunla ne yapacağıma karar veremiyordum. Ne onu yanımda götürüp bana bu mezarı hatırlatmasına, ne de onu burada bırakıp bu şirin tepenin bir mezara ev sahipliği yaptığını kanıtlayan bir simge olmasına izin verebilirdim. Kısa bir süre düşündükten sonra hızlıca onu yerden alıp tepeden aşağıya, ormanın derinliklerine doğru fırlattım. Havada kısa bir süre süzüldükten sonra servi ağaçlarının arasında hemencecik gözden kayboldu ama onlara çarptığında çıkardığı ses kısa bir süre daha tüm ormanda yankılandı.
Artık benim için burada yapacak bir şey kalmamıştı. Hava iyiden iyiye aydınlamıştı ama saatin hala pek geç olmadığını varsayıyordum. Çabuk olursam evdekiler benim yokluğumu fark etmeden geri dönebilirdim. Kendimi yola koyulmak için hazır hissettiğimde aşağıya inmek için tepeye çıktığım noktaya doğru ilk adımımı attım; ve tam da o anda gökyüzündeki tuhaf kızıllığın mimarı güneş bu sabah ilk kez kendini kalın bulutların arasından gösterdi.
O kadar parlaktı ki gözlerim onun ışığıyla temas eder etmez kafamı hızlıca başka yöne çevirmeme rağmen üzerime düşen ışığı hala gözlerimi rahatsız etmeye devam ediyordu. Yerimden kıpırdayamıyordum. Ayaklarım zemine kenetlenmiş gibiydi. Vücudumun güneşin ışığıyla dolduğunu, derimin onun yaydığı sıcaklığın altında kavrulduğunu hissedebiliyordum. Bana asırlar gibi gelen birkaç saniyenin ardından, acı en dayanılmaz noktaya geldiğindeyse bir anda tüm ışık ve sıcaklık ona doğru geri çekildi; onunla birlikte de içimden neler olduğunu bilmediğim bir şeyler. Bu dünyaya ait olmayan bir boşluk ve soğuğun içinde kalmıştım. Biraz evvel etrafındaki her şeyi yakıp kül edecek bir ateş topu olan güneş, şimdi var olan tüm ışığı yutan, soluk, devasa bir karadeliği andırıyordu.
Alacakaranlığın altında, dakikalarca hareket etmeden ve hiçbir şey hissetmeden bekledim; ta ki o çürük, kokuşmuş, dokunduğu her şeyi tiksinç hale getiren, kemikleri kırılıp iki büklüm olmuş, bir akbabanın pençelerini andıran el topraktan çıkıp beni sol ayak bileğimden yakalayana kadar.
Onu ellerimle öldürmüş, nefes alıp almadığını, hareket edip etmediğini defalarca kez kontrol etmiştim. Nasıl olur da tekrardan dirilip kendini yukarı çekmeyi başarmıştı anlam veremiyordum. Donup kalmıştım; kıpırdayamıyordum. Bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım ancak o sırada aklım fikir üretmekten acizdi. İşlerin bu noktaya varabileceğini hiç tahmin etmemiştim.
Üstümdeki şoku atar atmaz kaçmaya çalıştım fakat ceset, bileğimi kavrayan elini öyle bir sıktı ki bir an için bilincimi kaybettim. Kendime geldiğimde sıkıca kavradığı bileğimde dayanılmaz bir sızı hissediyordum. Küflü tırnaklarını etime geçirmişti. Acıyla istemsiz bir şekilde çığlık atmak için ağzımı açmamla beraber ormanın derinliklerine doğru kulakları sağır eden, zemini titreten boğuk bir inilti yankılandı. Bu sesi kendim çıkarabilmiş olmayı çok isterdim. Belki bir ihtimal onu korkutur, kendime kaçmak için bir fırsat yaratırdım. Ancak ne yazık ki bu sesin yerin altındaki garabetten geldiğini adım gibi biliyordum.
Kendimi ondan kurtarmak zorundaydım. Sahip olduğum tüm gücümle ayağımı kendime doğru çektim ama yerinden kıpırdatamadım bile. Cesedin toprağın altındaki hareketlerini hissedebiliyordum. Benden aldığı güç ile kendini yeryüzüne çekiyordu. Yukarıya yaklaştıkça soluğunun boğuk uğultusunu ve çürümüş bedeninin kokusunu daha da net duyuyordum.
Ben ondan kurtulmak için debelenirken o aniden ayağımdan hızlıca çekerek beni yere düşürdü ve hemen ardından diğer kolunu da topraktan çıkardı. Ellerini bir kazma gibi kullanıp üstündeki toprağı hızlıca kazmaya başladı. Ondan kurtulmuştum ama ayağımın üstüne basamadığım için bir türlü doğrulup kaçamıyordum. Olabildiğince hızlı bir şekilde emekleyerek ondan uzaklaşmaya çalıştım ama o benden daha hızlıydı. Birkaç saniye içinde kendini tamamen toprağın altından çıkarmıştı.
O ayağa kalkıp bana yetişene kadar tepeden aşağıya doğru inen yokuşa ulaşabileceğimi düşündüm. Ancak öncelikle ayağa kalkmam gerekiyordu. Kollarımdan aldığım kuvvetle kendimi yukarı doğru itip ayaklarımın üstüne doğruldum. Tüm ağırlığımı sağ ayağıma vermeye çalışsam da ister istemez yine sol ayağımın üzerine de basmak durumunda kalmıştım. Acı tarif edilemez düzeydeydi. Bir an için dengemi kaybetsem de sonunda ayakta kalmayı başardım ve ardıma bile bakmadan tepenin ucuna doğru sendeleyerek koşmaya başladım.
Arkama bakmadığım için peşimden gelip gelmediğini görmemiştim ama bir savaş davulunun ritimlerini andıran devasa adımlarının sesi ve bedeninden yayılan o tiksinç koku giderek yaklaşıyordu. Nefesinin sıcaklığını çok yakınımda hissedebiliyordum. Bu hızla gidersem ondan kaçmayı başaramazdım. Beni yakalaması an meselesiydi.
Uçuruma yeteri kadar yaklaştığımı düşündüğümde avazım çıktığı kadar bağırarak iki ayağıma birden yüklenip ileriye doğru atladım. Kendimi ona teslim etmektense aşağıya kadar yuvarlanmayı göze almıştım. Aramızdaki mesafeyi ancak böyle açabilirdim. Ve bir an için, çok kısa bir an için, gerçekten de bir mucize eseri onu geride bıraktığımı düşünmüştüm. Ayaklarım yerden kesilmiş, ayaklarımın altındaki zemin görüş alanımdan çıkmıştı. Havada, sonu dikenli çalılar, servi ağaçları ve kayalarla kaplı uçuruma doğru süzülüyordum. Fakat dediğim gibi, sadece çok kısa bir an için.
Ceset uzun tırnaklarını sertçe omzuma geçirmişti. Havada darağacındaki bir mahkum misali asılı kalmıştım. Boğazım yırtılırcasına bağırıyor, cesedin kollarının kuvvetine karşı koyabilmek için sudan çıkmış bir balık gibi çırpınıyordum; ne var ki ona en ufak zorluk bile yaratamamıştım. Beni tekrardan tepenin iç tarafına doğru çekti, yüzüstü şekilde sertçe yere çarptı. Hemen ardından daha ben bunun sersemliğini üzerimden atamadan beni ensemden sıkıca yakalayıp suratımı yere sürterek beni kendi açtığım mezara doğru sürüklemeye başladı. Mücadeleye devam etmeliydim. Ona karşı böyle kolayca pes etmek istemiyordum fakat elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bilincim tam olarak yerinde değildi. Vücudum, zihnimin verdiği komutları uygulamıyordu.
Mezarın yanına geldiğimizde beni iki elinin üstünde havaya kaldırdı. Bunu öylesine kolayca yapmıştı ki onun kadar kuvvetli bir varlığa karşı koyabilme cüreti göstermiş olduğum için kendimi bir aptal gibi hissettim. Kısa bir süre beni öylece havada tuttuktan sonra olağanca gücüyle mezarın içine doğru fırlattı. Ben düşmeye başladığımın farkına varana kadar çoktan dipsiz bir kuyuyu andıran bu karanlık mezarın dibini sırtüstü bir şekilde boylamıştım. Yerle temas ettiğim ilk an hiçbir şey hissetmemiştim ancak hemen sonrasında vücudumun her bir zerresini alev gibi saran bir acı dalgasıyla başbaşa kaldım. Omurgamdaki, kafatasımdaki ve bacaklarımdaki tüm kemiklerin teker teker kırıldığını biliyordum. Kaburga kemiklerim aldığım her nefeste ciğerlerime batıyordu. Ne kadar kendimi zorlasam da bırakın haraket etmeyi, başımı bile kıpırdatamıyordum.
Gözlerim yavaşça kararmaya başlarken ceset mezarın önüne doğru uzandı. Biçimsiz parmaklarıyla dudaklarını birbirine kenetleyen metal dikişleri parçaladı. Bu anın mide bulandırıcı görüntüsü yetmezmiş gibi bir de onun acı dolu iniltilerini duymak zorundaydım. Fakat asıl dehşeti onun gözleri gözlerimle buluştuğunda hissettim. Gözlerinin olması gereken yerdeki o iki kapkara çukurun içinde birkaç dakika önce güneşin yerini alan o şeyin uğursuz soğuğunun ve boşluğunun bir yansıması vardı. Ruhum usulca bedenimden dışarıya doğru çekilirken o yüzünde küstah bir gülümseme ile öylece bekliyordu. Onun kazandığını anlamamı istiyor olmalıydı. Sonrasında aniden yüzünden bu gülümsemeyi silip, zaferini tamamen tescilleyen kan dondurucu, sonu gelmeyen bir çığlık attı. Kısa süre sonra kulaklarımın içinde bir şeylerin patladığını hissettim. Bir an için sağır olduğum düşüncesi beni korkutsa da ardından bu saatten sonra bunun bir anlamı olmadığının bilinciyle rahatladım. En azından bu eziyet verici feryadı duymaktan kurtulmuştum.
Çığlığı bittikten sonra ceset, hiç beklemeden ağzını daha da genişçe açtı. Kırılan çenesini rahatlıkla görebiliyordum. Bir çift kemik yırtılan ağzının kenarından umarsızca sallanıp biçimsiz boynuna hafifçe çarpıyordu. Ardından bakışlarımı karnına doğru indirdim. İçinde bir şeyler delicesine hareket ediyor, midesinden boğazına doğru ilerliyordu.
Gözlerini benimkilerden ayırmadan usulca mezarın içine doğru eğildi ve benim onun üzerini kapattığım topraktan çok daha siyah bir toprağı mezarı tamamen doldurana kadar üstüme kustu. Ancak tuhaftır ki bu sırada beni asıl korkutan şey bana büyük bir zevk ve hevesle kucak açan ölümün donukluğu değil, benden en az iki kat daha uzun olan bu yaratık için hazırladığım mezarın tam olarak benim boyutuma uygun olmasının farkındalığıydı.