‘’Sarkaçlar soldan sağa, salıncaklar ileri geri gidip gelirler. Irmak kıyı boyunca akar, okyanus bir taş atılmışçasına yahut bir orkestra şefini taklit edercesine küçük su fışkırmaları yaşar. İnsan tabiata kendini sunar. Güzel bir gül dönemeçler sonrası açar. Söz saat sesine benzer bir sese erişip kulaklara ulaşırsa gönül kapıları açar. Değişim sonbaharda, dönüşüm ilkbaharda yaşanır.’’ Bilmemek ne ayıptı öyle. ‘’Oğuz’un terennümü işte, ne yapacaksın?’’diyecek kadar bilgisiz olmak. Terennüm, mırıldanır şekilde şarkı söylemekti. O şarkı söylemiyordu. Mırıldanıyor muydu, sayılır. Yani gözlerin 45 derece eğik açıyla -bazen 90 derece- ellerdeki kutularda gezindiği 21.asırda kavram çalışması insanı esnetiyordu. İnsan bunları dinlerken yoruluyordu. Göz maşuğunu arıyordu. Portakal suyu emercesine bir tat almaktan hoşlanan insan sayısı eğer bir grafik uzmanı olsaydım beni şaşırtacak kadar olağandışı olurdu. Çevremdekilerinse bu grafiklere yaklaşımı oldukça bilgeceydi. Onlar ne de çok şey biliyorlardı. Bense boş bir kağıttım, yırtılıp köşeye atılabilirdim. Ama bir defter yaprağının dörtte birlik kısmının bir bölü üçü içerisinde köşesi hafif kıvrılmış, henüz birkaç kelime yazılmış bir sayfaydım. Önemliydim, hatırlatırdım. Satırıma düşen hatırlatmaktı. Galiba insanlar bunu payımıza düşen hal hatır sormaktı şeklinde kullanıyorlar. Dedim ya kavramlar dünya küresinde alemler denizinin başkentiydi. Hiçbir alem kavramlardan etkilenmeme olayını yaşamazdı. Ondandı zaten benzerliklerin olması. Değinmek istediğim pek çok şeyim yoktu. Yani yeterli sayıda cümle kurabilecek kadar olgun değildim. Bir ağacın gökyüzü ve yeryüzü arasındaki muhabbeti duymuş olmam yetmemişti. Gerçi unutmuştum. Onu hatırlamalıydım. İnsan gibi bir şeydim. Onlardan bazıları vardı ki öte alemlerden dünyaya gelme amaçlarını bir sınava tabi tutulmak olarak görürlerdi. Daha sonra kalu belada verdikleri sözleri yerine getirmeye çalışırlardı. Onu yaşadıklarına inanıp ona dair bir düşünceleri yoktu zihinlerinde. Ama çok sıkı bir hatıra gibi tutunurlardı ona. Ben de onlar gibi hissederim kendimi. Ağaçtan kesildikten sonra bir aşamalar evresinden geçip tonlarca seçilimden mavi kapaklı bir defterin arasına sıkışmıştım. Bu defterin sahibi bize iyi bakıyordu. Ben ona iyi davranmak için mi vardım, bilmiyordum. Bahsettiğim insanların inandıkları manevi duyguları hissediyordum. Ama içimde bir şey rahatsız ediyordu beni. Saatlerce açılmayı ve okunmayı istedim. Sonunda okudu beni. Şöyle dedi: Giyotin mahkumusun!