Herkesin sıkışık, her yerin kalabalık olduğu bu şehirden kaçıyoruz. Kaçmak değil de ufak bir kaçamak peşindeyiz. Havalar daha da bozmadan bir sahile sığınmak, oralarda yaşayan insanlara imrenmek, arsa fiyatları alıp geri dönmek gibi bir hobimiz var. Memleketi olmayan, olsa da bir boka yaramayan, köksüz çocuklarız biz. Hiç sahip olmadığımız şeyleri özlüyoruz.

 

Arabanın deposunu dolduruyorum. Benzinliğin marketinden, kavunlu araba kokusu ve bir miktar abur cubur alıyorum. Silecek suyunu dolduruyorum. Lastiklere, önlere 30, arkalara 32 bar olacak şekilde hava basıyorum. Motoru dinliyorum, araç boşta, ayağım gaz pedalında tüm devirlerdeki sesleri kontrol ediyorum.

Her şey yolunda.

 

Orhan ve Selin’i evlerinden almaya geldiğimde, ağızları kulaklarında sokağın başında bekliyorlardı. Bagaja çantalarını, çadırlarını sokuşturdum. Orhan bir yandan gitarını sıkıştırmaya çalışıyordu, oradan ilham alacağını, beste yapacağını hayal ediyordu. Selin okuyacağını düşünüyordu, sırt çantası kitapları ve defterleriyle dolu. Ben onlar gibi değildim bu sefer, daha yola çıkmadan pişmandım, yapmadığım, ertelediğim işler aklımda, yeterince peşinden koşmadığım müşterileri ve hep ötelediğim portfolyomu düşünüyordum. Belki bir şeyleri düşünmeyi bırakırım, diye umuyordum sanırım. Hep değişecekmiş gibi olan ama asla değişmeyen hayatımı umursamayı bırakırım, diye düşünüyordum.

 

Yoldayız ama şehir hemen bırakmıyor yakamızı, kangren yollardan sıyrılmaya çalışırken, ona buna sinkaflı laflar atıyorum. Dur kalk, dur kalk, neyse nihayet gişelerden geçiyoruz ve o beton bloklar yavaşça yok oluyor. Alabildiğine uzağı görebildiğimiz yolları seyrettikçe ferahlıyoruz. Aa bak ay çiçeği tarlası. Orhan’ın bir yol listesi var, telefonu bağlıyor, bize eşlik edeceğimiz şarkılar açıyor. Doksanlar olmasaydı biz ne dinlerdik acaba. Selin araştırmacı kimliğiyle yol üstünde yiyebileceğimiz en iyi köfteciyi bulmaya çalışıyor. Buluyor da, en iyisi mi emin değiliz. Beğeniyoruz, kokusu bile farklı geliyor. İlk defa piyaz yiyor gibi daldırıyoruz çatallarımızı. Hemen karşılaştırma yapıyoruz, elimizde değil, şehirde şu kadar para ama tadı bile yok. Şu domatese bakar mısınız abi? Nasıl güzel kokuyor.

 

Rotamız henüz instagrama düşmemiş, “keşfedilmemiş” bir koy, bir tek biz biliyoruz. Eş dost arasında konuşurken bile konumu tam söylemiyoruz. Yıllar önce navigasyon sapıtınca bulmuştuk, berbat bir yoldan gidiliyor, taş, çukur, çamur ne ararsan var yolda. O yolun düzelmediğini görünce mutlu oluyoruz, buraya asfalt dökseler, mangalcısından, günübirlikçisinden geçilmez. Biz farklıyız ama… Buranın değerini en iyi biz biliyoruz.

Koya ulaştığımızda bizim dışımızda üç araba daha görüyoruz. Hafiften moralimiz bozuluyor ama sonuçta koca koy, kimse kimseye değmeden yaşar. Belki de güzel insanlardır, onlar da bizim gibi kaçmışlardır şehirden, onlar da tüm bu kabalığa, koşturmaya, eziyete bir ara vermek istemişlerdir, diyoruz. Düzgün tiplere benziyorlar. Evet tiplerine bakıp düzgün insanlar olduklarını anlıyoruz. 

Koyun içinde stratejik olarak en doğru bulduğumuz alana kuruluyoruz. Burası bizim obamız, burası ortasında ateşi yakacağımız, katlanır sandalyelerimize oturup saatlerce ateşi ve gökyüzünü izleyeceğimiz doğru toprak parçası.

Orhan ve Selin, kayalıklara doğru yürüyorlar. Beni de çağırıyorlar, onlara eşlik etmiyorum. Her ne kadar eski arkadaşlarım olsalar da, sevgililiğe olan saygımdan baş başa zaman geçirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Oysa bunu yapmamalıyım, ne zaman baş başa kalsalar kavga ediyorlar ve küçük kırgınlıklarını alıp yanıma geliyorlar. Bazen beni hakim olarak belirliyorlar meselelerine ve haklıya haksıza karar vermemi istiyorlar. Üçümüz beraberken kavga etmiyorlar. Bana ayıp olmasın, arada kalmayım, diye birbirlerini alttan alıyor ve tatlı tatlı geçiniyorlar. Bilmiyorum, belki de ben kendimi fazla önemsiyorum.

Akşam çöküyor, hep beraber odun toplamaya gidiyoruz, çalı çırpı ne varsa alıyoruz. Yağmur yağmış belli ki, dallar nemli ama yılmıyoruz ateşimizi yakıyoruz, yoldan aldığımız şarabımızı, plastik bardaklarımızla içiyoruz. Şerefeler, nihayetler, iyi ki geldikler, bunu daha sık yapmalıyızlar, havada uçuşuyor. Uzunlamasına arsa işini masaya yatıyoruz. İçi prefabrik, dışı ahşap görünümlü, önündeki tatlı verandasına kadar detaylı biçimde ileride yapacağımız evlerimizi konuşuyoruz. Vidanjör’ünden, imar iznine kadar, birilerinden duyduğumuz bilgileri birbirimize anlatıyoruz. Telefonlarımız çekmiyor, bankalar, sigortacılar ve kombi servislerinin kalpleri kırılıyor.

Ateşe döndüğümüz tarafımız sıcacık, sırtımız buz gibi. Üşüyoruz, pişiyoruz. Temel dertlerimiz arttıkça daha az konuşmaya başlıyoruz. Katlanır sandalyelerimizde doğru pozisyonu bulmakla geçiyor, zamanımız. Sessizlik büyüyünce, Orhan gitarını çıkarıyor, biraz tıngırdatıyor. Pek az sonra sıkılıyor, çantasına geri koyuyor, yine sessizlik, ama sessizliğe belli bir süre dayanabiliyoruz, ulumalar geliyor, böceklerin sesleri, derken “bluetooth mode has been on”. Telefonlarımıza indirdiğimiz ne müziğimiz varsa bizimle beraber. Sigaramızı içerken, gökyüzüne bakıyoruz, yıldızlar ne çoklar, ne acayipler, biz ne küçüğüz, hop bir tanesi daha kaydı, sen gördün mü, ben görmedim yine ama, bak şu çizgi Orion takım yıldızı, hangisi, şunlar olmalı, ama şuradakiler de olabilir, nereyi gösteriyorsun, bak parmakla gösteriyorum, oha gördün mü ne acayip kaydı, ya yine görmedim, yıldızlar ne kadar fazlalar, biz ne küçüğüz derken esniyoruz. Ateşimiz sönmek üzere, yaş dallar bir türlü randımanlı yanmıyor, Bagajdan battaniyeleri alıyoruz. Çok üşüyoruz. Orhan ve Selin çadırlarına çekiliyorlar. Ben şarabımı bitireceğimi sonra uyuyacağımı söylüyorum. Zavallı çadırıma bakıyorum. İhtiyacım olan her şey içinde, kafa lambam, uyku tulumum, şişme yastık, power bank, ilaçlar, yedek gözlük, termos hatta baltam bile var. Ateş gitgide yok oluyor, Bizimkilerin çadırından horlama seslerini duyuyorum.

 

Obadan uzaklaşıyorum ve kayalıklara doğru yürüyorum. Karşımdaki kaya parçasını kestiriyorum gözüme. Beş yıl önce, geldiğimde de, ayaklarım beni aynı yere itmişti, muhtemelen yine bu kaya parçasının üzerinde oturmuş ve karşıdaki ışıklara bakmıştım. Tek değildim o zaman, yanımda biri vardı. Biri. Güzel ve derin laflar eden biriydi. Onunla karşıdaki ışıklardan konuşmuştuk, başka hayatların bize ne kadar uzak ve ne kadar yakın olduğundan, böyle bir şeylerden konuşmuştuk, o zaman da kafam çok karışmıştı. İnsanın en büyük coşkusunun sahip olmak değil, aynı anda elde etmemek de olan bir elde etmede yattığını unutma, demişti o biri. Birkaç defa ona bu cümleyi tekrarlattım. Ne demek istediğini anlamamıştım. Bir ara anlar gibi oldum ama sonra neyi anladığımı da unuttum. Unuttuğuma göre de bir önemi yoktu.

 

Karşımdaki kara parçasında hala ışıklar yanıyor, hatta hatırladığımdan daha fazla ama bunun da bir önemi yok, çünkü rüzgar böğrüme doğru esiyor, çok üşüyorum, burnum akıyor ve yanımda peçete yok. Kendimi çadıra atıyorum, içerisi mezbaha gibi soğuk, üstüme bir polar daha giyiyorum. Tulumun içinde topaç gibiyim, bacaklarım en fena durumda olanlar. En çok onlar üşüyorlar. Uyumaya çalışıyorum. Başarırsam, üşümek diye bir şey kalmayacak. Uyumayı başarırsam hiçbir şey hissetmeyeceğim. Hemen yanı başımda Orhan’ın derinden horlamasını duymaya başlıyorum, derin bir nefes alıyor, sonra aralıklarla dört defa onları dışarı atıyor. Arada, inceden Selin’in sesi geliyor, var yok arası.

Yapamıyorum. Çantamdan arabanın anahtarını alıyorum, çadırımdan bir daha dönmemek uğruna çıkıyorum ve arabaya doğru yürüyorum.

 

Kontağı çeviriyorum. Kulağım motorun sesinde, ayağım gaz pedalında, vites boşta, tüm devirleri geziyorum ve yüksek devirde bekletiyorum onu. Hırlıyor araba, cızır cızır titriyor içerisi. Elimi klimaya uzatıyorum ve son seviye sıcağa ayarlıyorum. Camlar buğulanıyor, arka koltuğa geçiyorum. Uzanmaya çalışıyorum ama sığamıyorum bir türlü. Ne yaparsam yapayım sıkışıyorum, ya ayaklarım çarpıyor ya da kafam cam açma koluna dayanıyor.

Katlanmam gerek. Katlanmalıyım.

Sonra direnmeyi bırakıyorum ve dizlerimi karnıma doğru çekip, kollarımla dizlerimi sarıyorum.

Aynı anda elde etmemek de olan bir elde etmek. Sahip olmadığın bir sahiplik. Yanılmıyorum, böyle demişti.

Motorun devri aralıklarla yükseliyor ve alçalıyor, nihayet rölantiye oturuyor. İçerisi ısınıyor.  

Doğada olmak harika hissettiriyor.

Abonelik
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
şevval

Aslında karakterin bir karmaşada olduğunu düşünüyorum. Arabanın içinden gördüğü doğanın mı yoksa dokunup hissettiği doğanın mı ona daha güzel geldiği konusunda kararsızım. Güzel bir hikaye, kaleminize sağlık 🙂

%d blogcu bunu beğendi: