Ulu hünkâr Sultan Murad Han’ın hüküm sürdüğü 1633 senesinde payitaht ve çevresini Lagari Hasan Çelebi’nin uygulamış olduğu türlü icadların heyecanı sarmıştı. Hünkârımızın kızı Kaya Sultan’ın doğumu sebebiyle Sarayburnu’nda düzenlenen şenliklerde bizzat kendi icad ettiği yedi kollu fişeği ulu hakanın huzurunda deneyen Çelebi, 250-300 metre havalandıktan sonra barutu bitince Hezarfen Ahmed Çelebi’den ödünç aldığı kanatlarla boğaza yumuşak iniş yapmıştı. Hasan Çelebi’nin gerçekleştirmiş olduğu bu marifeti ziyadesiyle beğenen padişah, kendisini akçeye boğmuş, sipahi zümresine yükseltmişti.
Devlet-i Aliyye’de eşine az rastlanan bu mühim hadise elbette kısa zamanda payitahttan uzak memleketlerde de duyuldu ve bundan övgüyle bahsedildi. Bilhassa Edirne’nin kahvehaneleri, Lagari’nin garipliklerini anlatan avami insanlarla dolup taşıyordu. Kimisi Çelebi’nin yaptığı bu icadın kâfir işi olduğunu, Allah’ın kula bahşetmediği bir kabiliyetin cebren yapılmasının O’na karşı gelmek manasına geldiğini söylüyor; kimisi de medeniyet yarışında Osmanlı ülkesini geri komamak içün böyle icadlar yapmak lazım geldiğini dile getiriyordu. Bu lakırdıları ilgiyle dinleyen kahveci başı Rıza Efe, dudağının kenarında duran tütünden biraz nefes alıyor, yaşlıların gittikçe ağırlaşan sohbetlerine katılarak onları kızdırıyor ve bundan büyük bir zevk duyuyordu. Kendisi yüz küsur sene evvel Toros boylarından getirilip Edirne’ye iskân edilen Türkmen ailelerinden birine mensup, uçarı bir adamdı. On senedir işletmekte olduğu kahvehanesinden memnun olarak pala bıyıkları ve geniş omuzlarıyla çınar ağacının gölgesinde oturarak gelene geçene selam ediyordu.
Lagari’nin roketle semaya uçmasından birkaç hafta sonra kahvehanede türlü dedikodular dönmeye başlamıştı vesselam. Köşe başında oturanlar, hünkârın tütüne olan düşmanlığından bahsediyor; pencere kenarındakiler yeniçerilerin kazan kaldırmakta olduğunu, padişahın gözlerine uyku girmediğini fısıldaşıyor, bazılarıysa bu dedikodulara boş vermiş bir şekilde esrarını çekerek başka âlemlerde seyahat ediyordu.
Nalbant Süleyman Efendi bu lakırdılar arasından geçerek Rıza Efe’nin yanına kadar geldi. Bir iskemleye çöküp: ‘‘Rıza Efe’’ dedi. Sesinde alaylı bir ton vardı. ‘‘Cümle ahali tütünün yasak edileceğinden, hünkârın kahvehaneleri yıktıracağından bahseder. Vallahi vaziyet fenaya gidiyor bana sorarsan. Sen ne dersin bu bahse?’’
Genç adam önce bir bıyıklarını çekiştirdi, sonra beylik laflar etmeye başladı: ‘‘Avamın lakırdısına göre hareket edilir mi hiç Süleyman Efendi? Sen ki zanaat sahibi, görmüş geçirmiş bir adamsın. Hemencecik yeise düşmeye hiç lüzum var mıdır?’’
‘‘Sen gene de tedbirini tamam eyle’’ dedi Süleyman Efendi ciddiyetle. ‘‘Kahvenin kapısından da yeniçeri sokayım deme sakın. Son zamanlarda ziyadesiyle asi davranmağa başladılar. İti, kopuğu çarşıda pazarda esnafa rahat vermez oldu. Dahası ortalığı cehennem yerine çevireceklerinden korkarım.’’
‘‘Sen merak buyurmayasın Süleyman Efendi.’’ Rıza’nın sesi kendinden emin çıkıyordu gırtlağından. ‘‘Çok şükür bazulu, kudretli hünkârımız var. O, yeniçerinin de, Acem’in de hakkından gelir evelallah.’’
‘‘O vakit işin rastgele.’’ diyerek ağzında tütünüyle çıktı kahveden Süleyman Efendi. Rıza bir yandan sigarasını tüttürüyor diğer yandan mahir nalbandın söylediklerini düşünüyordu. Eğer böyle bir hadise vuku bulursa bunca yıllık emeği bir çırpıda heba olacaktı. Gerçi bu gündeme getirilen bahisler kuru bir söylentiden, esrar çekmekten uyuşmuş dimağların ürettiği faraziyelerden ibaretti. En azından kendisini bir süre böyle olduğuna inandırmaya çalıştı. Akşam vakti zuhur edince kahvehanesini kapadı, Kaygusuz’un bir gazelini mırıldana mırıldana Gazi Mihal’deki evinin yolunu tuttu.
Evde kardeşi Osman’ı, sazını türlü nağmelerle tıngırdatırken buldu. Bu genç, ozan olmak ümidiyle yanıp tutuşan, bilhassa saz âşıklarının yolundan gitmek isteyen delikanlılardan biriydi. Kendisini saz çalarken izleyen bir kimse, onda Selvihan’ı gözden uzak diyarlarda arayan Emrah’ın deruni aşkının yanık ezgilerini duyabilirdi.
Serseri tabiatlı Osman, ağabeyinin geldiğini görünce saygıda kusur etmeyerek sazını elinden bıraktı. Ağabeyinin selamına mukabele ederek şark köşesinden bozma divana oturdular. Rıza Efe soran gözlerle kardeşine döndü: ‘‘Bre Osman, sazınla hemhal olmaktan vakit bulup da orada burada dönen dedikoduları sen de işittin mi?’’
Osman’ın kaşları çatıldı, bu sözlere anlam veremeyerek: ‘‘Bir hadise mi çıktı ki ağabey?’’ dedi. ‘‘Benim bir malumatım yoktur. Ha, eğer ayak takımının tütün lakırdılarını sual ediyorsan bu bahiste ben de senin kadar bilgi sahibiyim.’’
‘‘Yani söylentiden başka bir şey işitmedin?’’
‘‘Hayır ağabey. İşitsem zaten bunu evvelinde sana söylerim. Amma söylentiler de bütün Edirne’yi sarmış vaziyette. Âdemoğlu’nun ağzı torba değil ki büzesin. Her Allah’ın günü yeni bir dedikodu güneş batıp da akşam erene kadar dallanıp budaklanır ve cümlenin ağzında sayısız rivayetlere bürünür de eksik olmaz gök kubbenin altında.’’
‘‘Anladık; kâfi kâfi. Gene başlayıverdin çelebi dilinde laflar söylemeye. Neyse ben yatıyorum, sana hayırlı geceler.’’
‘‘Sana da ağabey.’’
Günler, Rıza Efe’nin kahvehanesinde hızla akıp gidiyor, kahvenin içinde bir kartopu gibi büyüyüp yuvarlanan dedikodular, bu delifişek Türkmen çocuğunu çaresizce düşündürüyordu. Müşterilere bakılacak olursa bu kartopunun en nihayetinde çarpıp dağılacağı kesin gibiydi. Lagari’nin ve Hezarfen’in yaptığı icadlar da artık kahve ahalisi tarafından pek mevzubahis edilmiyor; onlar daha ziyade yaklaşık bir hafta evvel cereyan eden İstanbul Yangını’nı konuşuyorlardı. Bu yangında payitahtın beşte biri küle dönmüş, şehir ağır bir tahribat altında kalmıştı. Kimisi bu musibeti Hasan Çelebi’nin kefere icadına bağlıyor, kendi kendilerine fikirler üreterek yüce padişahın ne yapacağıyla ilgili türlü rivayetler ortaya atıyorlardı. Bu rivayetleri kuvvetlendiren bir hadise de önceki sabah Rüstem Efendi’nin Bedesten’deki kahvehanesinde yaşanmıştı. Esrarı fazla kaçırmış yeniçerilerden biri esip gürleyerek ortalığı birbirine katmış, ‘‘Aciz bir padişah istemiyoruz; icabında saraya girer, istediğimizi alırız.’’ diyerek birkaç kez nara atmış ve kahvedekiler tarafından zorlukla susturulup yatıştırılmıştı. Rıza Efe bu ve buna benzer hadiseler yaşanmaması için kahvehanesini sıkı bir tetkikten geçiriyor, bazen halinden şüphe ettiği kimseleri dahi içeri almıyordu.
Ancak 16 Eylül sabahı –yeniçerinin başıbozukluğundan üç gün sonra– padişah, divan üyelerinin de hazır bulunduğu Arz Odası’nda verdiği bir emirnameyle Devlet-i Aliyye’nin tüm kahvehanelerinin kapatılması ve yıktırılmasını buyuruyor, ayrıca tütün ve mamullerini de yasaklıyordu. Bu emirlere uymayıp itaatsizlik edenler, ölüm cezasına çarptırılacak, ceza da hemen infaz edilecekti. Hünkârın bu kararlarına gerekçe olarak ayın başında vuku bulan İstanbul Yangını gösteriliyordu. Bununla birlikte yeniçerilerin kendi aralarında örgütlenmelerine çanak tutan birtakım kahvehaneler, memleketin idaresi için birer tehdit unsuruydular. Emirname hazırlandıktan sonra padişah, mührünü vurup belgeyi sadrazam Tabanı yassı Mehmed Paşa’ya teslim etti. Bu işin bizzat takipçisi olacağını da kendisine
bildirdi. Paşa da kendi seçtiği vekilleri, fermanı duyurmak maksadıyla çeşitli vilayetlere gönderdi.
Gönderilen ferman, Budin’den Basra’ya kadar her yere yayıldı. Sultan, böylelikle dik başlı yeniçerilere haddini bildirecek, arzu ettiği devlet otoritesinin yerleşmesini zevkle seyredecekti. Haber Edirne’ye ulaştığında Rıza Efe korktuğunun başına geldiğini anladı. Bir hafta içerisinde kahvehanelere mühür vurulacak, kendisi işsiz kalacaktı. Bir hal çaresi düşünüp bu güç durumdan kurtulmak lazımdı. Kahve ahalisi de alışkanlıkları bozulacağı için huzursuzdular; kimi Yeniçeri Ocağı’na ateş püskürüyor, kimisi de padişahın başka çaresi bulunmadığını dile getiriyordu. Rıza Efe tüm bu konuşulanları üzüntüyle dinlerken Süleyman Efendi yanına geldi, elini omzuna koyarak: ‘‘Ben sana demiştim değil mi ha efe?’’ diye konuştu; bir yandan da hazince tebessüm ediyordu. ‘‘Bu ahali öyle çok konuşur amma bir şey de bilir elbet. Bizim gibi zanaatçı adamlar duygusaldırlar, olana pek itibar eylemezler lakin bu adamlar hep hayatın içindedirler; kim kime ne yapmış, nerede ne vuku bulmuş hep takip ederler. Zati çoğunlukla bu avamilerin dediği çıkar.’’
Rıza Efe kederle başını salladı. ‘‘Hakkın var Süleyman Ağa,’’ dedi. ‘‘Amma bu heriflerin unuttuğu bir husus var. Bundan sonra böyle gevşek gevşek kahve içemeyecekler, tütünü huzurla çekemeyecekler. Padişah elbet kendi hükmü sürsün diye bu emr ü fermanı çıkarıvermiştir, kendi hesabına bahanesi de çoktur.’’
‘‘Malumatı boş ver de sen ne edeceksin Rıza Efe?’’ Nalbandın sesi endişeliydi, gözleri merakla karşısındakine bakıyordu. ‘‘Bildiğim kadarıyla başka meşgalen yoktur. Babanın sana bıraktığı derme çatma evin haricinde bir mülkün var mıdır?’’
Kahveci başı dalgın gözlerle etrafına baktı. Cümle âlem esrar ve tütün dumanının altında sohbet ederek son safalarını sürüyorlardı. Canlılığını yitirmiş gözleri, hayretle kendisine bakan Süleyman Efendi’yi buldu. Kısık bir sesle: ‘‘Yoktur,’’ dedi. ‘‘Başka bir iş tutmasını da bilmem. Artık Allah kerimdir, bakacağız bir hal çaresine. Bizim abdal Osman saz çalıp semailer okuyor amma bu muhitte böyle sanatlar düşük görülür kimse de kıymet vermez.’’
Nalbant bir baş selamı yaparak kahvehaneden çıktı; Selimiye’nin avlusunda gözden kayboldu.
Ertesi sabah payitahttan gönderilen Bostancıbaşı Duçe Mehmed Paşa’nın Edirne’ye teşrif ettikleri duyuldu. Bir gece Kum Kasrı’nda konakladıktan sonra Dimetoka’dan başlayarak Buçuktepe’ye kadar olan tüm kahvehaneleri teftiş etmeye koyuldu. Boylu poslu, sert mizaçlı bir kimseydi; bakışları en amansız düşmanı dahi hizaya getirecek cinstendi. Gazi Mihal
taraflarında bulunan kahvehaneleri yıktırdığı söyleniyor, karşı gelen kahve sahiplerinin de oracıkta kellelerinin alındığı rivayet olunuyordu. Selimiye Camii cemaati ve civardaki ahali merak içinde Rıza Efe’nin kahvehanesinin önünde toplanmış, ihtiraslı paşanın gelmesini bekliyorlardı.
Öğle vakti Paşa, Bedesten cihetindeki kahvehaneleri tetkik ettikten sonra Rıza Efe’nin kahvehanesinin önüne geldi. Kendisini, vakarla bekleyen bir camii eşrafı karşıladı. Ağır adımlarla çevresini gözleyerek dükkânın sahibini sordu. Genç adam kendini tanıtınca Bostancıbaşı ona dönerek: ‘‘Kahveci başı,’’ diye seslendi. ‘‘Malumatın vardır onun içün emr’ül-âli’yi tekrar etmek istemem. Dükkânının zararı hazineden karşılanacak ve bu arazi mukataaya devredilecek. Bir daha bu muhitte kahvehane görmek istemiyorum, bilesin.’’
‘‘Lakin Paşa hazretleri, biz bundan sonra ne yer, ne içeriz?’’ diye serzenişte bulundu Rıza Efe. ‘‘Elimiz, ayağımız bu dükkân olmuştur. Hazineden sağlanacak üç kuruş akçenin bizi kurtarmayacağını sen de bilirsin. Ferman karşısında boynumuz kıldan incedir amma vaziyetimiz de perişandır.’’
‘‘Ben onu bunu bilmem Rıza Efe. Hünkârımızın kati emridir, bunu söylerim. Gayrısına karışmam.’’ Yanında hazır bulunan görevlilere işaret edip: ‘‘Ağalar size buyrulan vazifeyi ifaya başlayın!’’ diye seslendi. Kahveci başına bir müddet sorgulayan gözlerle baktıktan sonra dükkâna girdi. Ağalar, içeriyi işgal ederken bir süre onları izledi. Kahvehanenin loş havasından bunalınca dışarıdaki camii eşrafıyla sohbete tutuldu. Ağalar vazifelerini bitirip dükkânın kapısına kilit vurunca kaftanının cebinden bir kâğıt çıkardı. Üzerine çalakalem birkaç satır karalayıp mührü vurduktan sonra dükkânın kapısına astı. Orayı terk etmeden evvel Rıza Efe’ye dönerek: ‘‘Bu mülk üç gün içinde yıkılacak.’’ dedi. ‘‘Gazi Mihal eşrafındakiler gibi haddinden fazla asilik edeydin derhal yıktırırdım burayı. Zararın bir ay dâhilinde sana tahsil edilecek. Haydi, uğurlar ola.’’
Maiyetiyle beraber Kıyık tarafına doğru yürümeye başladı. Arkasından onu büyülenmiş bir şekilde seyreden ahali de sağa sola giderek şehre dağıldı. Rıza Efe bir anlığına mühür vurulmuş dükkânına baktıktan sonra alacalı düşünceler içinde Gazi Mihal’deki evine doğru yürüdü.
Genç adam o günden sonra bir ruh gibi Edirne’nin mahallelerini gezdi, durdu. Arada bir yıkılan kahvehanesinin önüne geliyor, iç çekerek yürümeye devam ediyordu. Kendisini bir daha gören olmadı; ta ki onu, kardeşi Osman ile Balkan Dağları’nın eteklerinde yaralı halde bulan yaşlı tüccara dek.
Rıza Efe ortadan kaybolmadan önceki gece rüyasında, seneler evvel ölmüş babasını yerlere kadar uzayan beyaz giysiler içinde ona seslenirken gördü. ‘‘Ey oğul!’’ dedi babası. ‘‘Hicran ne müşküldür bilir misin? Sana atan öldü diyen meczuplar benim cesedimi görmeden hüküm vermişlerdir.’’
Oğlu şaşkına dönmüştü: ‘‘Amma nasıl olur? Tereke defterlerinde de senin ölüm kaydın düşülmüştü. Bir hayal misin yahut hakikat mi?’’
Babası Bostani Ahmed Efendi başını iki yana sallayarak: ‘‘Ben hayal âleminde bir hakikat, hakikat âleminde bir hayalim.’’ diye konuştu. ‘‘Beni bul evlat, ben ki seneler evvel kefere ile çarpıştığım Hotin’de kendimi aramaktayım.’’
Babasının huzursuz bir hayaleti andıran sureti bir sis perdesi içinde kaybolup gitti.
İşte bu ansızın görülen rüya ile Rıza Efe iki at kiralayıp kardeşi Osman’ı da yanına alarak düşüncesizce Evlad-ı Fatihan’ın geniş topraklarına doğru yola koyuldu. Yaptığı iradesizliğin farkında değildi lakin rüya kendisine o kadar hakiki görünmüştü ki bu arayıştan bir an olsun vazgeçmedi. Genç adam ve serseri tabiatlı kardeşi bu ahvalleriyle hayalperest Don Quijote ve kâhyası Sancho Panza’nın oryantal soslu numuneleriydiler.
Tunca nehrini takip ederek üç gün sonra Balkan Dağları’na ulaştılar. Burada biraz istirahat edip atları da dinlendireceklerdi. Maceraperest kahramanlarımız uykuya dalıp düşlerindeki gizemli dehlizleri bir bir keşfederken oradan geçmekte olan bir eşkıya grubu kardeşleri gözüne kestirdi. Usulca yanlarına sokulup heybelerini karıştırmaya başladılar. Bu hışırtılardan rahatsız olan Rıza Efe uyanınca karşısında sefil görünümlü eşkıyaları buldu. Şaşkına dönerek: ‘‘Siz de kimsiniz?’’ dedi ve ekledi. ‘‘Maksadınız nedir?’’
Topluca üç kişiydiler. Başlarındaki sırıtarak genç adamın yakasına yapıştı: ‘‘Kes sesini bre melun herif. Canını bağışlamamı istiyorsan bize karşı komazsın.’’
O esnada Rıza Efe canına susamış bir halde eşkıyacı başının üzerine atlayarak onu devirmek istedi ancak diğer yoldaşlarının da araya girmesiyle maksadına ulaşamadı. Eşkıyacı başı bu harekete sinirlenerek genç adamın baldırına sert bir kılıç darbesi indirdi. Rıza Efe acılar içinde haykırarak yere yığıldı. Osman boğuk bir inilti çıkararak, yerde yatan ağabeyinin yanına geldi. İleriye doğru baktığında haydutlar zahmetsizce buldukları savaş ganimetlerini yüklenerek dağın öte tarafına geçtiler.
Rıza Efe ve kardeşi, müşkül vaziyette uzunca bir süre durdular dağın eteğinde. Osman, şimal cihetinde bulunan keçi yoluna bakıp bir kafilenin geçmesini umutla bekledi. Ağabeyi yarasının ağırlığından uyuşmuş, yorgunluktan uyuyakalmıştı; kendisi de bu bekleyişin nihayete ermeyeceğini düşünerek genç adamın yanına kıvrıldı. Yağmur yüklü bulutlar rahmet tanelerini yeryüzüne boca edip yerini güz güneşinin parlak ışıklarına bıraktıktan sonra oradan geçmekte olan ihtiyar bir tüccar onları uyandırdı. Adam geldiğinde Rıza Efe kan kaybından ölmek üzereydi; ihtiyar, heybesinden çıkardığı uzunca bir bez parçasıyla genç adamın bacağını sardı. Bir yandan da Osman’a neler olduğunu sordu. Osman, ağabeyinin rüyasından eşkıyalara kadar bütün olan biteni anlattı yabancıya. Tüccar ilk önce alaylı gözlerle baktı onlara, sonra yemeleri için katık verdi.
İhtiyar, biraz kendine gelebilmiş olan Rıza Efe’ye dönünce: ‘‘Garip adamsın vesselam.’’ diyerek güldü. ‘‘Hiç böyle usul ü erkân bilmeden iş olur mu? Hadi kendini düşünmüyorsun bari şu veledi düşün. Ben payitahta mahsul götürüyor olmasam biriniz ölmüş, diğeriniz de akbabalara yem olacaktı. Allah ü Teâlâ’nın talihli kullarıymışsınız.’’
İhtiyar tüccar ile Osman, Rıza Efe’yi kaldırarak ata bindirdiler. Atın birini haydutlar çaldığı için Osman, ağabeyinin atına bindi. Tüccar onlara doğru seslenerek: ‘‘Bir an evvel Edirne’ye dönüp hekim bulmalı ve yaraya baktırmalı yoksa mikrop kapar maazallah.’’ diye uyarıda bulundu. Osman bu uyarıya başını sallayarak karşılık verdi. Rıza Efe ise yarı baygın bir halde babasını sayıklıyor, geçirdiği felaketin bilincinde olamayarak geri dönmeyi arzu ediyordu. Tüccar kısa bir dalgınlıktan sonra Osman’a gülerek: ‘‘Hay Allah!’’ dedi. ‘‘Bu hengâmede kendimi tanıtmayı unuttum. Adım Hasan. Daha ziyade Tulumbacızade Hasan olarak bilinirim. Babam kendi mesleğini layığıyla yapan bir adamdı lakin ben ziyadesiyle alakadar olduğum tüccarlığı seçtim. Böylelikle Devlet-i Aliyye’nin türlü memleketlerini hem gezmiş oluyor, hem de akçe kazanıyorum.’’
Osman da kendini tanıttı, münzevi bir ozan namzedi iken mutlu olduğunu lakin ağabeyinin maceraperestliğine uyup kendine kızdığını söyledi. Ağabeyinin her aklına eseni yapmakta usta olduğunu anlatırken Rıza Efe’nin başını bir anne şefkatiyle okşadı: ‘‘Senelerce emek verdiği kahvehanemizin kapatılması onu pek üzüntüye soktu.’’ dedi. ‘‘Orası babamızdan miras kalmıştı bize. Babam Bostani Ahmed Efendi’dir. Bekârlığında Cebeci Ocağı’nda asker olarak görev yaptı. Evlendikten sonra ocağı bırakarak kahvehane işletmeye başladı. Lakin 1621 senesinde Hotin Seferi başlayınca babam gönüllü olarak orduya yazıldı. Padişah seferden döndükten sonra ölüm haberi geldi babamın. Anamsa, ben doğarken ölmüş. Ağabeyim onu hayal meyal hatırlıyor.’’
Tüccar Hasan kederle baktı ikisine de. İnce kıvrımlı dudaklarını bükerek: ‘‘Hem öksüz hem yetimsiniz, vah gariplerim.’’ dedi. ‘‘Allah, onların kusurlarını bağışlasın. Sen bu malumatı verdikten sonra ağabeyin Rıza Efe’ye iş bulmak bana farz oldu. Şükürler olsun ki Saray-ı Cedid-i Amire’nin ışıkları karşımızda parıldıyor.’’
İki asır evvel Devlet-i Aliyye’ye payitaht olmuş, ucu bucağı belli olmayan görkemli saray, sık ağaçlıklar içinde uzayıp gidiyordu. Çabucak Tunca nehrini geçip Gazi Mihal’e geldiler. İhtiyar tüccarla Osman, attan indikten sonra Rıza Efe’yi sarsmadan tutup yatağına yatırdılar. Tüccar Hasan Osman’a dönerek: ‘‘Acele temiz bir bez bul.’’ diye seslendi. ‘‘Ben hekimi çağırmaya gidiyorum.’’ Osman, sarsak hareketlerle evin dolaplarını aradı durdu. Bez yerine anasının tülbendini buldu. İkisini birleştirerek ağabeyinin bacağına gelişigüzel sardı. Osman’a bir ömür gibi gelen uzun bekleyişten sonra tüccar Hasan yanında hekimle beraber içeri girdiler. Hekim, Rıza Efe’nin bacağındaki kesiğe baktıktan sonra dikiş atılması gerektiğini söyledi ayrıca bu bacağın şimdiye kadar nasıl dayandığına da hayret etti. Pansuman yapıp yarayı temizledikten sonra biraz merhem sürüp bekledi. Merhemin etkisi geçince bacağa dikiş atmaya başladı. O esnada uyuşmuş halde dışarıyı seyreden Rıza Efe, iğnenin acısıyla haykırdı. Hekim dikme işlemini bitirdiğinde genç adamın yüzü gerginleşmiş ve büzüşmüştü. Kurtarıcısına minnet dolu bakarak: ‘‘Sağ ol hekim efendi.’’ dedi. ‘‘Sayende bu zor durumu atlatacağım inşallah.’’
‘‘Yara kapanana kadar dışarı çıkmak, iş tutmak yok.’’ Hekimin sesi buyurgandı. ‘‘Bir hafta kadar istirahat edeceksin zira yaranın iyileşmesi zaman alır. Bana müsaade Hasan Efendi.’’
Tüccarla beraber dışarı çıktılar, Osman da hekimi kapıya kadar geçirdi. Hekim gittikten sonra ihtiyar tüccar Rıza Efe’ye bakarak: ‘‘Sen yat dinlen.’’ dedi. ‘‘Akşam çökmeden öteberiyi payitahta götürmeliyim. Bir hafta sonra döner, durumuna bakarım. İş bahsinde de canını sıkma, benim Edirne’de ziyadesiyle ahbabım vardır. Elbet sana münasip bir iş bulunur. Osman, ağabeyin sana emanet. Allah’a ısmarladık.’’
Rıza Efe’nin istirahatı boyunca kardeşi ve Süleyman Efendi hep yanında bulundular. Bilhassa Osman, ağabeyinin üzerine titredi. Kocamış nalbant da vakit buldukça onlara uğruyor, imkânları el verdiğince yardımda bulunmaya çalışıyordu. Yaranın kapanmaya başladığı günlerde Tüccar Hasan, güleç yüzüyle evlerine geldi. Osman’a ilgiyle sarıldıktan sonra artık adamakıllı şifa bulmuş olan Rıza Efe’ye dönerek: ‘‘Müjdemi isterim!’’ diye haykırınca genç adam sevinçle karışık bir şaşkınlık yaşadı. ‘‘Bu sabah Bostan pazarındaki ahbabım Haim Efendi’yle konuştum. Kendisinin orada bir toptancı dükkânı var. Artık kocamış olduğu için her işe yetişemiyor. Bana şöyle dürüst, çalışkan ve aklı başında bir tanıdığı olup olmadığını sordu. Ben de ayağımın tozuyla sana geldim evlat. Bu ihtiyar Yahudi, güngörmüş, hakkı hukuku bilen bir adamdır. Binaenaleyh benim sözüme sonuna kadar güvenir. Eğer kabul edersen hemencecik Haim’le konuşur, senin işi tamam ederiz.’’
Rıza Efe’nin reddetme lüksü yoktu zira birkaç gündür un çorbasına tamah ediyorlardı. Gülümseyerek evet anlamında başını salladı. Tüccar cevaptan memnun olunca sevinçle: ‘‘İyi o halde, gidelim.’’dedi. Üst başlarını kuşanıp dışarı çıktılar.
Haim Efendi; zayıf, uzun boylu ve seyrek sakallı bir kimseydi. Kambur yürüyüşü onu olduğundan daha kısa gösteriyor, torbaları kavrayan parmakları her an kırılacakmış gibi duruyordu. Tüccar Hasan Efendi ile Rıza gelince onları dükkânın köşesindeki masaya buyur etti. Misafirlerine sıcak çay getirdikten sonra iç çekerek: ‘‘Ah!’’ dedi. ‘‘Size kahve ve tütün ikram etmeyi çok isterdim lakin malumunuz padişahın (bilhassa Duçe’nin) adamları her yerde cirit atıyorlar. İstanbul’un bazı muhitlerinde evlerin bacalarını dahi koklatıyorlarmış.’’
Tulumbacızade gülerek elini Rıza Efe’nin omzuna attı: ‘‘İstediğin kalfayı getirdim Haim Efendi. Adı Rıza. Daha evvel kahvecilikle meşguldü lakin hadiseler hepimizin malumu. Bu iş üzerine kabiliyeti yoktur amma senin de ne fidanlar büyüttüğünü çok iyi bilirim. Civanmert bir delikanlıdır yalnız biraz serseri tabiatı vardır.’’
‘‘Sen kefilsen benim hesabıma beis yoktur Hasan Efendi. Bugünden itibaren ona işi öğretmeye başlarım.’’
‘‘Ala, ala. O da zaten bir an evvel işle meşgul olmak niyetinde. Değil mi Rıza?’’
Rıza Efe onaylarcasına başını salladı.
Tüccar gülerek iskemlesinden kalktı: ‘‘O vakit ben müsaade isteyim Haim Efendi. Daha görülecek birkaç işim var. Sana da hayırlı olsun evlat.’’
Rıza ile Haim Efendi, tüccarı geçirdikten sonra tezgâhın arkasına geçtiler. İhtiyar Yahudi, işin gerekli olan noktalarını genç adama gösteriyor, o da ilgiyle dinliyordu. Haim Efendi terazinin önüne gelince tezgâhın üstünden içi buğday dolu bir torbayı alıp kefeye koydu. Sonra Rıza Efe’ye dönerek: ‘‘Bak evlat.’’ dedi. ‘‘Tartmakta olduğun ürünü müşteriye teslim etmeden evvel darasını al.’’ Boş bir torbayı koyarak ağırlığını gösterdi. ‘‘Bunu yapmazsan cebimize haksız kazanç girmiş olur. Bu da müşteriye sahtekârlık yaptığımız manasına gelir ki böyle bir günahı Yehova asla hoş görmez.’’
Genç adam anladığını belirterek başını salladı. Haim Efendi biraz duraksadıktan sonra serzenişte bulundu: ‘‘Sizin Türkler, böyle şeylere ehemmiyet vermiyor. Bu kadar küçük bir teferruatın düşünülmesini lüzumsuz sayıyor lakin bu böyle değildir: Ticareti yaparken adaletli olunmalı, tebaanın hakkına girilmemeli.’’
Terazi ile işleri bittikten sonra Haim Efendi, Rıza’ya ürünlerin hangi gereçle konulacağından, çuvalların hangi metot üzerine dizileceğine kadar bir dizi kural anlattı. Akşam olup da mahallede in cin top oynamaya başlayınca ikisi dükkânı kapatıp evlerine gitmek için ayrıldılar.
Rıza Efe dükkândaki işleri günler geçtikçe kavrıyor ve yaptığı uğraşlardan zamanla zevk de alıyordu. Eli çabuklaşıp da dükkândaki her şeye hâkim olduktan sonra Haim Efendi, artık onun yanına çok seyrek uğruyor hatta birkaç gün gelmediği dahi oluyordu. Böyle günlerde Bostanizade Rıza Efe, kendisiyle gurur duyuyor; akşam olup da dükkânın kapısını kilitlerken kendinden emin adımlarla evine gidiyordu.
Yine böyle gururlu ve kendinden emin olarak çalıştığı bir sabah, Rıza Efe koca koca balkabaklarını dizerken, üstü başı pejmürde bir adam ayaklarını sürüye sürüye dükkânın kapısından içeri girdi. Onu tepeden tırnağa inceleyen bir kimse, kendisinin senelerdir çileler içinde hayat sürdüğüne iman edebilirdi. Gerçekten kendisine bakıldığında çilehaneden henüz çıkmış, münzevi bir derviş görünümündeydi. Rıza Efe doğrulup da tezgâha yönelince adamı gördü. Hırpani kılıklı adam, suratındaki garip gülümseme dışında orada öylece hareketsiz duruyor, genç adamın yüzüne bakıyordu.
Rıza Efe hayret ederek: ‘‘Buyrun efendi, arzunuz nedir?’’ diye sordu. Karşısındaki adamdan ses gelmedi. Genç adam sorusunu birkaç defa tekrar etti ancak istediği yanıtı alamadı. Rıza, konuşamadığına hükmederek tezgâhın altından biraz kumanya çıkaracaktı ki derviş kılıklı adamın dili çözüldü. Birtakım anlaşılmaz sesler çıkardıktan sonra esrarlı bir cümle döküldü ağzından:
‘‘Ben hayal âleminde bir hakikat, hakikat âleminde bir hayalim.’’