Hepimiz gibi aşk da doğar, büyür ve ölürmüş. Sadık Erdem o fakülte koridorlarında tanıdığı Nihal Hanım ile birlikte olduğu üç yıl boyunca bu evrelerin hepsini iliklerinde hissetti ve yaşadılar. Ölüm evresinden sonra ikisi de yeni bir aşkın doğması için beklediler. Aynı fakültede iki yabancılardı artık, birbirlerine bakmaya korkmuş…
Kadınlar biraz daha güçsüzdür genellikle duygusal açıdan. Nihal Hanım da alımlı ve güçsüz bir kadındı duygusal açıdan. Belki bu yüzden belki değil, erken doğmuştu onun hayatına yeni bir aşk. Belki o tarafından zorla doğması sağlanmıştı. Sadık Erdem’de ise durumlar biraz farklıydı, Nihal’ini öteki bir adama ona baktığı gibi bakarken görmek gururunu incitmişti. Bu yüzden yeni bir aşk doğurmaya o da çalıştı ama o pek başarılı olamadı. Erkekler o kadar doğurgan değildi.
Ayrılıklarından sonraki beş ay ikisi için de zor oldu; etik yönden, ontolojik yönden ve birçok adını bilmediğimiz yönden…Düşündüler… İçinden çıkamayacaklarını anladıklarında her şeyden vazgeçip hayatlarına devam ettiler. Fazlasıyla kopmuşlardı birbirlerinden. İlk öpücük, ilk bakış, ilk kalp kırıklığı ne varsa unuttular devam ettiler. Bu dünyada yaşamanın kuralı buydu zaten: “Unut ve devam et.”
Sadık Erdem sanatla iç içe olmayı seven bir geometri profesörüydü, her hafta mutlaka ya bir sanat kitabı bitirip ya bir sinemaya gider ya da tiyatroyu tercih ederdi. Devlet tiyatrosunda yer bulmak kolay olmadığından iki hafta önceden bilet almak için gişe önlerine gitti, kalan birkaç koltuktan en uygun olanını istedi. Sahneyi biraz sağdan izleyecekti ama en azından önlerdeydi yeri, D-4. İki hafta geçene kadar John Berger’den Görme Biçimleri’ni okudu, Albert Maighan’ın La Fortune adlı tablosuna hayran kaldı. Fakülte kütüphanesinden Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar kitabını çaldı, okudu, sarhoş oldu ve ayın on ikisi geldiğinde tiyatroya gitmek üzere evden çıktı, sarı vosvosuna bindi. Tiyatro otoparkında birkaç dakika yer aradıktan sonra buldu ve park etti. Gecikme telaşıyla koşturup yerini buldu ve hızla oturdu. Oyun başlamak üzereydi. Paltosunu çıkarttıktan sonra uzun zaman önceden bildiği aşkın kokusunu duydu. Bu onun parfümüydü. Sağındaki koltuğa baktı gözlerine inanamadı bu Nihal’di.
Sadık Erdem tesadüflere anlam yükleyen, fazla anlam yükleyen bir adamdı ve bu kadar tesadüf onun kadar naif bir adam için fazlaydı zaten. Mösyö de Pourceaugnac güzel bir dönem oyunuydu, başkarakter bütün alkışı alacak o son gülüş için tam altı ay çalışmıştı. Ama bütün salon en başarılı iki oyuncudan habersiz çıktı o gece, birbirini tanımıyormuş gibi oynayan yan yana Sadık Erdem ve Nihal Anıl’dan. İki yabancıyı en güzel onlar oynadı o gece.
Oyunun başkarakteri Mustafa Ayık da herkes gibi Sadık ve Nihal’den habersiz çıkmıştı salondan. Çalıştığı o yapmacık pis gülüşün herkesi ayağa kaldırdığından gururlu fakat yorgundu. Bir taksi tuttu. Taksici konuşkan bir adamdı. Yol boyunca konuştu. Eve yaklaşınca komik bir anım diye bahsettiği, tişörtünü sabah ters giyme hikâyesini anlattı. Mustafa Ayık yirmi dakika önce oynadığı sahte gülüşü tekrardan attı. Ama bu sefer kimse alkışlamadı. Geceden geriye bir tek Sadık Erdem’in cebinden düşen şu dizeler kaldı: Sana vereyim diye bu gece,/Beyaz bir karanfil açtı elimde./Ne yapıp edip kopardılar/Gözyaşı oluverir solunca.
– Ahmet Ayberk Aykul