Gözlerimi açtığımda, kara perdeli odamın havasından sabah olup-olmadığını anlaşılmıyordu. Babamdan önce kalkmalı ve en azından çayın suyu ocağa koymalıydım. Böyle şartlandırmıştım kendimi.
Yatmadan önce dişlerimi fırçaladığımda, sigara içmeden uyumak için irade mücadelesi versem de, kolay kolay uyuyamadığımdan her defasında birkaç tane sigara içer öyle uyurum. Aslından uyumaktan çok sızmak benimkisi. İçtiğim o sigaralardan olacak, uyandığımda, sabaha kadar ağzımın içinde madeni para varmış gibi bir tatla uyanırım. Ne yazık ki; uyandığımda dinlenmesi ve onanmasını umduğum vücudum beni hayal kırıklığına uğratır. Bilhassa sırtımdaki ağrılar yüzünden yorgun uyanır, kifoz gibi iki büklüm yürüyerek yüzümü yıkamaya giderim. Ellerim, ayaklarım alev alev yanar sabahları.
Bu rutine ilk adımı atmadan, sesleri dinledim. Mutfaktan, bardak çanak sesleri geliyordu. En azından çok gecikmemişim diyerek, doğrulamadığımdan süzülerek çıktım yatağımdan. Önce banyoya gittim. Yüz yıkamak ayılmama yetmeyecekti, duşa girdim. Çok uzun sürmezdi benim duşlarım zaten. Biraz sabun biraz köpük, üç defa ağza üç defa burna sonrası malum… Şişman bedenim, nasılsa gün içinde kendisini terletecek bir bahaneye tutulacaktı. Duş, iyi geldi. Bornozları oldum olası sevemedim. Havluyu sardım belime, aynaya baktım. Saçlarımın dökülmesine yapacak bir şeyin olmadığını, bin bir ümitle gittiğim hastanenin cildiye bölümündeki doktorun kel olduğunu gördüğümde yaşadığım hüsranla anlamış olduğum geldi aklıma.
Kahvaltıdan önce dişlerimi fırçaladım. Sigara içmekle değil ama sigaranın bıraktığı etkilerle aram iyi değil. Mutfaktan, gelen sesler beni güne hazırlama yetti aslında. Kocaman adam olmuştum ama babamla aramızdaki mesafeleri geçmemiz yirmi dokuz yıla mal olmuştu. Kahvaltı hazırlama işini anneme bırakmazdı. Her sabah erinmeden ve erkenden kalkar, kafesinden çıkarttığı muhabbet kuşumuz Behzat ile birlikte kahvaltı hazırlığını yapardı. ‘ Günaydın oğlum. Çay da demini aldı. Sofranız hazır efendim’ dedi her sabah olduğu gibi. Onu keyiflendiren şeyin aslında üretmek olduğunu bildiğimden ‘ Döktürmüşsünüz efendim’ diyerek mukabele edip, sofraya oturdum. Masaya getirdiği çaydanlığı bile kendi yanına koyar, çayları kendisi doldururdu. Nihaleye dahi dokundurtmazdı. Bu bir zahmet değil, teveccüh eylemiydi bariz. Ben doldururum demektense, çayım bitti demeyi, sırf babam mutlu olsun diye söylemekse, evlatlık vazifesiydi.
Kahvaltıdan sonra ağzıma attığım karanfilin uyuşturucu etkisiyle, leylek yuvası gibi onuncu kattaki evimizden zemine inmeye gelmişti sıra. Asansör bence çıkışlar için vardı. Belki birilerini görür de ‘ Günaydın’ derim diye, döne dolaşa indim yine on kat aşağıya. Leylek değiliz a! Asansör’e bindiğimde kendimi uçuyormuş gibi hissediyorum. Sabahın bereketli havası, işçilerin sokaklardaki koşturmaları, ülkenin temel taşının bu insanlar olduğunu hatırlattı bana. Herkesin ikna etmeye çalıştığı, ikna olmuyorlarsa da razı olmak zorunda olduklarını bildikleri; seçmen, tüketici, üretici, anne, baba, evlat olduklarını onlar da biliyorlardı. Rollerini pek beğenmeseler de bu sahnenin olmasa olmazlarıydı hepsi. İster küresel güçler deyin isterseniz de burjuvazi, kullanıyordu tüm insanları. Başrol olmak uğruna! Onlara, dahi bana da hükmeden, kabullenmesi zor olsa da ‘güçlüler’ zümresiydi işte.
Otobüs’e binip Metro’ya gittim. Sabahları otobüse binerken, dün gördüğüm insanlarla tekrar karşılaşabilme ihtimali, mazur görülebilir kalabalığıyla bu şehirde yaşamak, beni mutlu ediyor doğrusu. Aksi durum; çok kalabalık çok yalnızlık çok samimiyetsizlik çok bilinmezlik demekti çünkü.
Metroya vardığımda, kapalı alanlara girmeden önce yapılması gerekeni yaptım ve bir sigara yaktım. Bizi ikinci sınıflaştırmaya çalışan kurallar bir araya getirmişti. Sigara içen, güne erken başlayan diğerlerini baş selamıyla selamlayıp, sigaramı içtim. Raylar bu istasyonda girişin üst katında. Metroyu beklerken, kitabımı çıkarttım çantamdan. İkili demir banklar her mevsim soğuktu. Çantamdaki kabarıklığın sebebi olan şeyi bilmediğimden, acabalar eşliğinde fermuarı açıp, araladım çantamın ağzını. Küçük bir elma, hiyerogliflere geri dönüşümüzün temsili, gülen emoji simgesi gibi bana bakıyordu. Elma deyip geçmeyeceksin! Babam, küçüklüğümde yanımda olamayışını son on yıldır yanımda olduğu her an telafi ediyordu aslında. Kazık kadar adamın omuz çantasına elma koymak, ‘gün içinde sağlıklı beslen e mi’ demekten başka bir şey değildi çünkü.
Düşünülmek de güzel şey, dedim kendi kendime. Sonra ıslıktan mecalsiz de olsa, metronun sesi geldi kulağımın dibine. Sabah sabah sürpriz yapmaz bize inşallah, zira bazen aşırı kalabalık olur. Sırtımda hiç tanımadığım bir kadının sert sütyeninin, sarsıntıların etkisiyle istemsiz dürtmelerine maruz kalarak yolculuk etmek istemiyorum çünkü. Vagonlar gelirken, aramızdaki hududa, sarı çizgiye yanaştım bende. Metronun peş peşe geçen camlarından kendime baktım. O kısacık anda kendimi gördüm. Yirmi dokuzunda, hafif kamburu çıkmış, yaşıtlarından yorgun, yalnız, sakallı, şakakları açılmış, şişman adam. Gülümsedim. Kendime el sallamak geldi içimden.
Çantamdaki elmanın dışa doğru oluşturduğu bombeyi, avucuma doldurdum. Babam aklıma geldi tekrar. Oğulların yaşantılarının ilk yarısında, babalar yapar oğullar tüketir; ikinci yarısında ise, oğullar babaları için yaparlar ne yaparlarsa ya da yapmalılar… Çünkü babaların ikinci yarılarıdır. Çünkü babalar normal bir ömrün sonlarına gelmişlerdir. Çünkü insan; doğar, yaşar, büyür, ölür. Babamsız bir sabahın geleceğini bilmek içimi burktu. Buz gibi bir namlunun enselerimizde olarak yaşadığımızı hatırladım. O namluyla öyle yakından temasımız var ki, soğuğunu yitirmiş, kendisini bize unutturmuş gibi. Çevreme baktım hemen, herkesin ensesine dayalı bir ecel ucu gördüm, ürperdim. Kaçınılmaz gerçek; ölüm, keyifli ihtimaller bütünü; yaşam.
Yanımdan geçen insanların ittirmeleriyle ayıldım ve sürüye katılıp metrodan içeri adımımı attım. Bir avucumda kitabım, diğerinde elma ya da daha fazlası…
– Mustafa Enes Ardıç