Tükenmek bilmeyen bir bayrak yarışı bu, sonsuz bir döngü…Bir sabah içimi patlarcasına dolduran “yaşama sevinci”; bir sabah ise boş bir çuval gibi hissetmek ve ayakta kalabilmek için verilen çabanın yarattığı ızdırap. Bayrağı hangi tarafın kaç hafta, kaç gün, kaç saat bazen de kaç dakika elinde tutacağı belli değil. Zehirli, fırsatçı, kurnaz ve atik olan taraf “boşluk”… Her ne kadar “yaşama sevinci” bir yaz gününde doğan sabah güneşi gibi berrak, saf ve enerji dolu olsa da; olmadık bir anda “boşluk”, püsküllü, gri ve çirkin bir bulut gibi geçiveriyor bu güzelim gün doğumunun önünden, bazen de inatla duruyor; “hiç bir yere gitmek istemiyorum” dercesine, gözlerini gözlerime dikiyor.

 

Bayrağın hangi anda hangi mekanda el değiştirdiği de pek belli değil doğrusu. Mesela, dostlarla katıla katıla güldüğün bir yerde neşe ile parlayan gözlerinin ufkunda o çirkin bulut asılı kalabiliyor umarsızca. Çekiliveriyor dudaklarının kenarları hüzünle aşağı doğru, sohbetler uğultuya dönüşüyor, kelimeler anlamını yitiriyor, kapatıyor yüreğin seni dış dünyaya, çok uzaklara bir yerlere takılıyor gözlerin. Birisi o an dikkatlice gözlerine baksa, o çirkin bulutun aksini görecek. Derin bir nefes çekiyorsun içindeki boşluğu doldurmak istercesine ama içine çektiğin de bir boşluk velhasıl.

 

Bazen bir bakış, bir koku, bir ses; bazen de bir parkta yürürken ayaklarının dibine süzülerek düşen bir yaprak, adeta bir zaman makinası gibi seni ensenden tutup, seneler evvele, çocukluğuna savurup attığında; genç anne babanı, o tatlı güven duygusunu, henüz hayata dair hiç bir şeyi acı bir şekilde tecrübe etmemiş olmanın verdiği saflık ve huzuru geri vermemek için tırnaklarını geçirirsin o ana, ama nafile. “İyi misin?” diye soran bir ses, bazen bir araba gürültüsü, bazen de bir telefon sesi seni tekrar savurduğunda şimdiki zamana, içine tarifsiz bir hüzün ve acı oturur kibele gibi, kocaman.

 

Dün sabah yoktu içimdeki “boşluk”. Ama bu sefer çok başkaydı sanki bu “yok” oluş. Öylesine kalıcı ve güçlü ki, sevinçle; “sanırım artık yarış bitti ve nihayet kazanan belli oldu” diye düşündüm. Demek ki can havliyle biriktirdiğim herşeyi tıkıştırmıştım bu boşluğa ve nihayetinde tıka basa dolmuştu işte. Ne ile nasıl dolduğu umrumda bile değildi. Uçarı bir mutluluk sarmıştı tüm benliğimi, biraz tuhaf, biraz umarsız, biraz arsız ve çokca bencil bir mutluluk hissi. Herşey çok güzel görünüyordu gözüme, dokunduğum ve baktığım herşeyden tarifsiz bir yaşam enerjisi ruhuma çağıl çağıl akıyordu. Hava daha güzel kokuyor, renkler hiç olmadıkları kadar canlı görünüyordu, insanlar ise daha saf ve temiz. En olmadık en anlamsız şeyleri, yine en olmadık zamanlarda süsledim kahkahalarımla gün boyu. Ben süsledikçe soru işaretlerinizi konfeti gibi yağdırdınız üzerime şaşkın, cevap bekleyen ve biraz da alaycı bakışlarınızla. Ama bu hiç umrumda olmadı. Sadece insanların daha saf ve temiz görünmeleri noktasında fikrim değişti. Saf ve temiz değillerdi…Tamamen umursamayışımdan kaynaklanan, onları daha fazla tölere edebilecek bir gücüm vardı artık. Çok minik, sadece çok çok minik anlarda tuhaf bir huzursuzluk hissi bir kara sinek çevikliğiyle kondu ve bir hamlemle uçtu gitti yüreğimden, sonrasında kolaylıkla yüzeye çıktı yaşama sevincim. Doğrusu şaşkındım çünkü hüzün bir kez bulaştımmı bana, kolay kolay arınamazdım o duygudan. Silmeye çalıştıkça ruhumdan, yüreğimden; yapışkan bir irin gibi daha da bulaşırdı her bir köşeme. İşte tam da bu yüzden tadını çıkarmalıydım bu güzel duyguların, ne de olsa çok olmuştu yaşamayalı. Çıkardım da hava alaca karanlık olana kadar.

 

Oldum olası hiç sevmedim gün batımlarını. Çünkü ruhumun en buhranlı kırılma anlarını hep gün batımlarında yaşamışımdır. Benliğimin en dipsiz, en karanlık, benim bile bilmediğim, keşfetmeye korktuğum yanları ile apansız göz göze geldiğim anların başlangıcı olmuştur hep o anlar. Gündüzleri bir an bile düşünmeye değer bulmadığım, saçma ve komik gelen şeylerin, olayların bazen de kişilerin; gece boyu sürecek bir obsesyona dönüştüğü anların ilk kıvılcımları davetkar bir şekilde gün batımlarında göz kırpmıştır bana hep. Nitekim güneş erimiş kızıl bir kor gibi asılı duruyorken ufukta, o çevik kara sinek hantallaşmaya başladı, her ne kadar hamle yapsamda bir türlü kanatlarını kaldırıp uçmadı yüreğime konduğu yerden. Güneş etrafına saçtığı kızıl ve sarı iplikten hüzmelerini kaprisli bir kadın edasıyla aceleyle toparlarken, yüreğimdeki kazınma hissi yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başlamıştı yine …Ve karanlık ve o sağır eden sessizlik…Sadece benim duyduğum o iç parçalayan, insanı delirten vahşi sessizlik, şakaklarımda bir ağırlık ve zonklama, gırtlağıma düğüm düğüm dolanmış bir çaput ve öfke dolu bir isyan duygusu…Hani dolmuştu o koca kara delik çer çöple olsa bile? Nasıl bu kadar kolay boşalabilir şaşırmamak mümkün değil? Her seferinde; “işte bu!!!işte bu benim içimdeki boşluğu dolduracak!!” dediğim herşey ne kadar tutunabildi bu dipsiz kuyunun kenarlarına? Ya da tutunamadan sonsuzluğun dibini boyladı? Normal olmak ne idi? Nasıl bir şeydi? Neden normalliğin tadını çıkar mıyorsunuz? Ne kadar nadide bir his farkında mısınız? Neden çevremdeki herkes sonsuz bir güvenle ayaklarını yere basarken ben kendimi bildim bileli yerçekimsiz bir mekanda boşlukta savruluyorum? Bu savruluşu durdurmak için elimi nereye atsam, nereye denk getirsem can havliyle tutunuyorum. Tutunduklarım öyle yanlış şeyler ki bazen, bir sabun gibi kayıp gittikçe avuçlarımdan ne olduğunu anlayamadan bakakalıyorum arkalarından…Ya da ben bırakmaya çalıştıkça, yapış yapış zifirini bulaştırıyor avuçlarıma tutunduklarım, bulaştıkça daha da büyüyor içinde debelendiğim bu boşluk, daha çok zonkluyor şakaklarım, daha çok dolanıyor gırtlağıma söküp çıkaramadığım bu çirkin çaput. Nasıl bir kısır döngü bu? Kazara uyuyabildiysem eğer –ki bu çok zor- tüm eklemlerimi birbirinden ayırırcasına ortaya çıkan irkilme nöbetleri ile uyanıyorum zifiri karanlığa tekrar tekrar. Yatıştırmaya çalıştığım kalp atışlarım ve düzensiz nefes alıp verişlerim eşliğinde, alnım ve dudaklarımın üzerinde oluşan soğuk ter damlacıklarını siliyorum elimin tersiyle. Pencereme gidiyorum…Gökyüzüne bakmak iyi geliyor bu zamanlarda. İnsanların doğadan asla kopmamaları gerektiğini düşünenlerdenim. Sızlayan gözlerimi parıldayan yıldızlarda gezdirirken, bu koca evrenin içerisinde ne kadar küçük bir zerrecik olduğumu hatırlayıp kendimce önemsizleştirmeye çalışıyorum bu sancılarımı. Son yıllarda ağlayamıyorum da artık eskisi gibi, bunu yapamamak içimde bastırdığım duyguları katran kıvamına getiriyor sanki, akmıyor bir türlü bu katran, çöküp kalıyor bulunduğu yere ve biriktikçe birikiyor, ne yazık ki. Sonra çöktüğü yerin dokusuyla bütünleşiyor, hammaddemi değiştiriyor, ruhumu eline geçiriyor bir simbiyot gibi. Bu böyle devam ettikçe hüzün ve isyandan yapılmış bir heykele dönmekten korkuyorum. Bir iki yudum su içiyorum akabinde yüreğimdeki harareti ve kazınma duygusunu bir nebze ferahlatsın diye. Bunlar, hep hissetmek zorunda bırakıldığım şeyleri hissetmeye çalışmak uğruna kendimi zorladığım için oluyor biliyorum! Bunlar, bana dayatılan hisleri yaşarken gerçek hislerimi unutmamın ya da görmezden gelmemin neticesinde oluşan kaos ve acıdan kaynaklanıyor biliyorum! Benim fikrim sorulmadan, bana biçilmiş rolü oynamak zorunda olduğum için oluyor biliyorum! Kendim dışında herşeyi ve herkesi düşünmek zorunda bırakıldığım için oluyor biliyorum! Ve yine biliyorum ki hayat akıp giderken avuçlarımdan, içimde ukde kalan duygularımın ağırlaştırdığı, hırpaladığı, duvardan duvara vurduğu ruhumun, hallaç pamuğu gibi etrafa saçılmasının verdiği ızdıraptan ve çaresizlikten oluyor biliyorum! Söylemek isteyip de söyleyemediğim bir çok şeyi her geri yutuşumda, bu cümlelerin asit gibi ruhuma yayılıp nihayetinde delip geçmesinden oluyor biliyorum! Tanıdığım herkesin hayat sınavıyla kendiminkini kıyaslamaktan, bu adaletsizliğin nedenini geceler boyunca Tanrı’ya sormak zorunda kaldığımdan ve bir türlü cevap alamamaktan oluyor biliyorum.

 

Herşeyin düğüm düğüm olduğu bu zamanlarda aklıma, küçükken gittiğim luna parklarda deliklerden aniden kafalarını çıkaran oyuncak ördekler gelir hep. Elimde plastik bir çekiçle kafalarına vurarak çıktıkları deliklere sokma mücadelemin boşunalığı ve anlamsızlığını hatırlarım acı bir tebessümle. Birinin tepesine vuruyorum bir diğeri çıkıyor, sonra ona vururken öbürünü kaçırıyorum, öbürü kaçarken bir bakmışım ki bütün ördek kafaları deliklerin yukarısında… Sonsuz ve umutsuz bir döngü, boşa giden bir çaba.

 

Kazara tekrar uyuyabildiysem eğer –ki bu çok zor- o ana kadar hiç görmediğim ürkütücü yüzler ve mekanlar görüyorum rüyalarımda ya da yaşamımda bastırdığım bir duyguyu tam yaşarken bir şey engel oluyor…Kim bunlar? Kimsiniz siz? Rüyalarıma da mı karışır oldunuz? Burada, beynimin içinde, bilinç altımda, hayal dünyamda ne işiniz var? Bu benim fanusum! Bırakın burada özgür olayım. Çılgın bir savaş verdiğim gecenin sabahına uyanıyorum ki buna uyanmak denirse. Kursağımda kalmış duyguların yüreğimde yarattığı ağırlıkla her seferinde yorgun, bitkin, çökkün ve sürünerek kalkıyorum yataktan. Ah sizler gibi bir fincan kahveyle atabilseydim bu mahmurluğumu. Maskemi takıyorum sizlerin arasına karışmadan evvel, çökmüş göz altlarıma kapatıcılar sürüyorum mor halkalarım belli olmasın diye. Herşey o kadar belli ve tek düze ki, kurulmuş gibi başlıyorum güne; hep aynı şeyler, aynı hisler, aynı görevler, aynı yüzler, aynı yapaylık, aynı sohbetler. Yetmiyor içime çektiğim hava zaman geçtikçe; tıkanıyorum, daralıyorum, sesim titriyor konuşurken, en anlamsız anlarda gözlerim doluveriyor bazen ve meraklı ama acımasız gözlerinizin hedefine oturuyorum.

 

Güneş batacak; atlarım fareye, faytonum balkabağına dönüşmeden evime gitmeliyim bir an önce. Arkamda camdan bir ayakkabı bırakmamalıyım, kimse bulmamalı beni, kimse bilmemeli içimde alev alev yanan bu yangının sebebini. Gitmeliyim bir an önce çünkü cevap arayan bakışlarınızın ağırlığına katlanamıyorum günün bu saatlerinde. Biraz daha kalırsam bağıra çağıra ağlamaktan korkuyorum. Ama ben artık ağlayamıyorum ki, içimdeki katran tıkamış göz yaşı pınarlarımı. Gitmeliyim  bir an önce, fanusum içerisine …

 

– Yüksel PİRGON

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: