Bir tazı iti elinin altına kafasını uzatarak sürtünmeyi istedi. Hemen kolunun sırtıyla iterek bir nebze uzaklaştırdı elindeki keskin çakıdan. Henüz yavru sayılmasaydı bilirdi bunun bir oyun olmadığını, çünkü yasaktı. Umursamadı. Közlenmiş bir odun parçasını kavradı -geçen gece neredeyse yanacaktı ahşap ev, neyse ki bir işe yaradı birçoğunun yağmurda ıslanıp ağırlaştıktıkları- ve kolunu kafasından sarkarak fırlattı. Cins köpek kulaklarını dikti ve havayı kokladı. Kardeşi hazırlanmış bir halde evden çıktı, bol cephaneli bir savaşçıya benziyordu. Zaten harbiyeden hatıra keskin nişancı rozetini yakasından hiç düşürmüyordu. Adam saatine baktı ve kamyonetine koyuldu. Haftalık hobileri gereği.
Mütevazi renkte sarı pikabın kasasına; sefer tasında üç çeşit kumanya, matarada bir litre kaynak suyu ve açık iki adet havai fişek yerleştirdi. Yağmurdan sonraki güneşli bir gündü bu yüzden ağaç gövdelerinden hoş kokular geliyordu. Tam üzerine gezilecek bir gün idi. Ağır akan ırmağın öteki tarafına geçtiler. Artık yayan devam ediyorlardı. Sırtlarında bir ceset ağırlığında bol cepli çantalardan vardı.
Koyun gövdesini andıran yumuşak bir otluğun kıpırdadığını gördü. Küçük olan daha yakından bakmak istedi. Ayağı boşa geldi, bir sazlığa girmişti. Adam bunu gördü ve “bataklığa mı girdin?” diye sordu aslında ukala ile düşünceli bir tavır arasında. Anlaşılmaz. Kardeşi paçalarındaki avuç avuç çamuru bir dal parçasıyla sıyırdı. Adamın suratındaki belirsiz bir tebessümün yerini hayıflı solumalar aldı, “bak kaçırdın canlıyı” dedi ne sinirli ne de neşeli olarak. İki saat devriye attıktan sonra yorgun düştüler ve dinlenmek için büyük bir ardıç ağacının gölgesi altında kuruldular. Hâlâ paçalarına sıvanmış çamurla uğraşırken ağabeyine dönmeden “biliyor musun, anne tavşanlar yavrularını korumak için toprağın altına gömerlermiş” dedi, bu sefer ona umarlı bakarak kasaturasının ucuyla ormanın derinini işaret etti. Adam “iyiymiş” diye cevap verdi “bak, o da bir anne işte” dedi ekleyerek. Ağabeyinin vakar kişiliğine nazaran geveze birisi idi küçük olan hele başka bir zaman olsun sohbet edemiyorlardı hiç. Buna cüret edecek tek bir an yaşanmıyordu hatta, “öyleyse” dedi küçük kardeş “neden inatla vuralım onları bu yaptığımız canlı canlı gömmek değil mi yavruları, en azından daha dişe değer cüssede hayvanlar seçelim kendimize mesela domuz gibi hem bahçelere dadanıp çitleri kırıyorlar”. Adam konuşmasını pek sevmezdi ama böyle tartışılacak hususlarda öne çıkmaya da bayılırdı içten, biraz da alaycı gülerek “bizim vurduklarımız onlar değil. Ayrıca vurmak da neymiş…hem avlanmak bizimkisi. Domuz dediğin bağırsaksız hayvanın teki, pistir onun eti. Hele ki yemeyeceğimiz şeyi ne diye mundar edelim?” diye sordu. Yaprakları devşiren bir bakışla. Küçük olan düşünecek bir an bile beklemedi -belki öyle olursa tereddütü var sanar diye belki de daha evvelden düşünüp gelmişti- “ne demek bizim vurduklarımız onlar değil, alınlarında yazmıyor ya bunlar bekar diye. Nereden bileceksin?” Git gide adamın hoşuna gitmeye başladı bu münakaşa, küçük kardeşinden çekinecek bir tarafı da yoktu “doğada böyle mi oluyor sanıyorsun?” dedi “avcıyız biz”. Kardeşi paçalarının temizlendiğine ikna oldu, bir söz önce ağaca sapladığı kasaturasını çıkattı ve “öyleyse ne diye taşıyoruz fazladan tüfekleri mermileri, kovalayalım avımızı vuralım pençemizi kalçasına, takalım sivri avcı dişlerimizi boyunlarına…ızdırapsız, ne diye ısıtıp yiyoruz ki?” dedi, ağabeyine artık lafı geçer hissetti bir an kendini. Ama o da az yaman değildi “ne varmış bunda doğada hayvanlar ortama uyum sağlamak için diyetini değiştirmez mi sanıyorsun; pandalara baksana bir, evrim onları otçul yaptı. Hem bir sürü avcı hayvan tuzak kurar ne var ki bunda, vahşi tabiatta kavga ederken hayalarıma dokunamazsın gibi kurallar yok! Muazzam taklitçileriz sadece, diğer edindiğimiz her şey gibi bu da öyle bir taklit yalnızca. Ayrıca avcı hayvan eti ısıtmıyorsa bunu yapamadığı için, o eti daha hayvanın kanı sıcakken yemek zorunda. Saklamak gibi bir tercihi yok ki canım kardeşim” dedi, sesini bir oktav incelterek dünyanın en kibar insanı olmuştu o esnada. Tüfeğinin kabzasına sanki tozu alır gibi iki el fırça attı parmaklarıyla ve ayağa kalktı. Hava kararmadan devam etmeleri gerekiyordu çünkü avcılara nazaran renklere bağımlıydı gözleri. Daha önce etüt etmedikleri bir araziye girdiler. Burada hayvanların otlayabileceği az yemiş vardı ama ötede seçilen sarp kayalıklarda dağ keçisi bulunur gibiydi. Ama onlar biraz atletik oluyor ve işi zora sokuyorlardı. Burada seyrek yeşermiş yabani meyve ağaçları ve ileride boylarınca otlar bitmişti. Adam hemen elini kaldırarak durmasını işaret etti küçüğüne. Kuzeydeki ağaçların arasında otlayan bir dağ ceylanı gördüler, karnı şişkin iyi doymuş bir ceylana benziyordu. Az kırdılar dizlerini ve boyunlarını hafif bir kambura yatarak, böyle birkaç adım. Kardeşi “aman yavru olmasın” dedi ve adam da bunu duydu ama emin olmayarak. “Efendim…yok yok” dedi “kızgınlığına girmiş bir ceylan bu”. Sonra tüfeğinin namlusunu ceylanın boynundan tarafa doğrulttu, boynuyla bacaklarının kesiştiği keskin bir kıvrım nişangahın tam önünde idi. Üstlerinden bir kuş kanat çırparak ürpertti onları. Ama ceylan böyle şeyleri umursamayacak kadar soğuk kanlıydı. Tüfeğin doğrultusu şaştı hafif elinden sarsılarak ve adam avını elinden kaçıracağı korkusuyla ateş etti. Bir anlık sessizliği bozarak bu sefer heybetli bir kuş sürüsü akın etti arşa doğru. Asıl hedef aldığı yerden değil ama karnından vurularak yere serilmişti dağ ceylanını. Adam kıvançlı “beşte beş” diye bağırdı “sen daha tekle bakalım” dedi kardeşine. Adam sevinçten zıplıyor ve havalara uçuyordu. Adeta ayakları yerden kesilerek.
– Cihan Tuncer