İnsancıklar!
Dünya evrende küçücük bir taş; zaman beşikteki ölüydü.
Bütün mesele ölünüze sahip çıkmaksa ne cennet ne cehennem girebilirdi kanınıza.
Ama siz hayatla doya doya sevişmek yerine plastik ömürleri seçtiniz!
İnsancıklar!
Kendi ellerinizle ördüğünüz ağlara yakalanıyorsunuz hep.
Hep gizlediğiniz yaralardan mikrop kapıyorsunuz.
Caddelerde, marketlerde, otobüs duraklarında yüzünüzde birer maskeyle dolaşıyorsunuz.
İlkelce okşanan gururunuzun besin kaynaklarını dışarıda arıyorsunuz. Oysa düşman içinizde, günbegün kemiriyor sizi iliklerinize dek.
Damarlarınıza evcil hayaller aşılanmaya başladığından beri yağmurun kokusunu unuttunuz. Seralardan çıkmasın hepiniz, tadınız tuzunuz yok.
Ödevlerinizi eksiksiz yerine getiriyor, akşam haberlerini izledikten sonra koltuklarınızda sızıp kalıyorsunuz. Sabahları makamınız kalkıyor yataktan, siz değil…
Ajandanızda tüm günler dolu, ruhunuzla bir randevuya yer yok. Haftayı yedi gün, yılı dört mevsim bellediğinizden beri aç bir köpek gibi peşinizden kovalıyor zaman.
Kafanız hep bir ötekileştirme duygusu ile meşgul. Farklı olduğunu sandığınız hayal dünyanız, acılarınız, sevinçleriniz aynı hükmedici kaynaktan geliyor.
Salyalar akıta akıta yürüyorsunuz hormonlarla büyüttüğünüz geleceğinize. Yaşamınızı umut pazarında sattığınızdan beri veresiye yaşıyorsunuz.
Şimdi balkonlarınızdan şehrin ışıklarına bakıp ellerinizi çenenizin altına alın. Biz toplumsal sıçanlara olan nefretinizin kendinize olan aşkınız olduğunu fark etmediniz mi?
Aklınız yetmediyse aşkınız yalanmış demektir. İşte ekranlarınız karardı! Antenleriniz çekmiyor artık!
İnsancıklar!
Biz bir avuç toplumsal sıçanız. Yalınız. Yalınayağız.
Habitatımızın surları yok. Şafak söker sökmez foseptik çukurlarından çıkar, baronların ruh tarlasına dadanırız. Bizi gördüklerinde şah damarlarındaki kan akışının hızlandığını, vicdan mahkemelerinde yeniden ve yeniden müebbet hapse mahkûm olduklarını duyumsarız.
Binyıllardır kendine yabancılaşan insanoğlunun gölgesiyiz biz. Gölgelerinden korkanların can sıkıntısıyız. Ezber bozanıyız onların. Kampüs çimlerindeki mesut âşıkların popolarına batan dikeniz.
Ölü çocukların fotoğraflarını salonlarda sergileyen sanatseverlerin sövücüsüyüz. Sövdüğümüz rezillikleri yüzünden botanik bahçelerinin burjuva köpekleri düştü peşimize hep. Derimize kene gibi yapıştılar geceleri.
Usanmadık hiç. Homojen sessizliklerden kaçmaya devam ettik. Mazgallarda biriktirdik sesimizi. Resmi binaların duvarlarına işedik. Kırmızı rujlu vitrinleri ıslattık kanayan gökyüzümüzle.
Eteğine binlerce cenin sıçramış plaza kadınlarına değil, memeleri sarkmış emekçi fahişelere doğurttuk gözyaşlarımızı.
Münferit yalnızlıkları lanetleyip kuşaklararası bir devrimin acı dolu küfesini taşıdık sırtımızda.
Yaşamanız için ölmemiz gerek şimdi. Bakın şu ağacın dibine! Bir toplumsal sıçan ölüsü var orada size bahşedilen.
Cesedimiz en büyük nimetinizdir sizin insancıklar! Cesetlerimizin sıcaklığıyla eriyebilir ancak kalbiniz. Ancak çürümüş olan etlerimize bakarak kusabilirsiniz özgürce.
Kustuğunuz an yaşamaya başladığınızın resmidir.
– İbrahim Kara