Zuhal o gün buzdolabının rahatsız edici horlama sesiyle uyandı. Aniden sinirlerine hâkim olamayıp buzdolabına tekme attı, buzdolabı ise bu duruma tamamen tepkisiz kaldı. Hemen dibindeki çamaşır makinesi gümbür gümbür sesler çıkararak, titreşimler yayarak ona tepkisini dile getirdi. O ise bu sefer içi ağır olan kahverengi deri çantasını çamaşır makinesine fırlattı, ancak onu susturamadı. Fırın ise alev almış, cayır cayır yanmaktaydı. Bütün aksiliklerin gerçek olmadığını düşünüp, lavaboya gidip yüzünü yıkamaya karar verdi. Lavabodan mor renginde su fışkırmaktaydı, bütün musluklar patlamış, etraf yerle bir olmuştu. Mor su akıntıları zamanla hırçın bir sele dönüştü. Doktora tezi için hazırladığı, bir türlü Word dosyasına geçirmeye zaman bulamadığı müsveddelerini timsah şekline bürünmüş yüzüyor olarak gördü. Avazı çıktığı kadar bağırdı, ancak müdahale edemedi. Gerçekle imgelem arasında kaldığı çelişki zihninin sınırlarını zorluyordu. Komşularıyla ilişkisi hep yüzeyseldi, yardım isteyebileceği güvenilir bir arkadaşı da yoktu. Eşyaları nasıl sakinleştireceğini bilememekte, kara kara düşünmekteydi. Yoksa mor su akıntıları onun ölümünü doğuracaktı. Aklına birden on beş saniyeliğine eşyaların içine girme düşüncesi geldi. İlk olarak buzdolabına girdiğinde donacağını, buz kesileceğini düşündü. Ancak yanıldı, buzdolabını alev almıştı, yanarak kendini dışarı attı. Fırına girdiğinde donmaktan kendini alamadı, her tarafını buz tuttu. Lavabodan akan mor su kesilmiş, bu sefer buzdolabından çürük meyve atıkları dışarı fırlamaktaydı. Eşyalarının bu aksi, ona karşı meydan okuyucu hareketleriyle baş edemez hale geldi ve bir türlü bunun nedenini çözemedi. Eşyaların dünyasına insanların dünyası kadar mesafe ve yabancıydı. İşyerinden gelen aramaları meşgule aldı, telefonunu yere fırlattı. Eşyaların dertleriyle uğraşmaktan işe oldukça geç kalmıştı. Dakiklik saplantısı olduğundan o gün işe gitmeme kararı aldı. Sonunda cesaretini toplayıp yüzünü görmediği, hiç selam sabahı olmadığı komşularının kapılarına rastgele tıkladı. İlk iki kapıdan ses çıkmadı. Bir kapıdan bastonlu uzun etekli, eşarplı bir teyze çıktı. Teyze bacaklarından dolayı zor yürüdüğünü ona yardımcı olamayacağını söyledi. Hızla panik atağının verdiği tepkiyle koşarak diğer kapıya tıkladı. Beş yaşlarında elinde horoz şekeri yiyen bir çocukla karşılaştı. Ümidini kesmedi, çocuğu kendi dairesine çıkardı. Çocuk her şeyin normal olduğunu söyleyerek şekerini yalayıp ona sırıttı. Beş yaşındaki bir çocuğa elbette güvenemedi. En sonunda apartmanın kapıcısına indi. Artık sağlıklı düşünemeyecek durumdaydı. Kontrolsüzlüğün verdiği tehdit, konfor alanına kocaman bir darbe vurdu. Tüm vücuduna ağrılar, kramplar saplanmıştı. Kapıcı da gelip dairesini özenle inceledi. Her şeyin olağan olduğunu yineledi. Yine inanmadı. Güvenlik görevlisine, polisine kadar daireyi soruşturdu. Soluğu bu sefer özel bir hastanenin acil polikliniğinde aldı.
Doktor ilacını aksattığı için bu tarz krizler geçirebileceğini söyleyip onu uyardı. Yüksek dozda antidepresan yazıp, her hafta düzenli olarak psikoterapiye devam etmesi gerektiğini söyledi. Oysaki o ilaçları işin verdiği yoğunluktan almayı bir iki aydır unutmuş, psikoterapiye ise bir türlü zaman ayıramamıştı. Hiçbir şeye, kendi zihnine bile yetişemiyordu. Durumu kabullenmemekte ısrarcıydı.
Antidepresanın onu iyi hissettireceğini düşünüp başını yastığa gömdü. Yirmi dakika sonra nasıl olsa uykuya dalacağını düşündü. İşler yine yolunda gitmedi, yirmi dakika geçmek bilmedi, yirmi saat ağırlığındaydı. Yastık onu tavana kaldırdı. Kafasını çarptı, birden yere düştü. Sarsıntının etkisiyle kulağı çınladı. Yastığının içinden dökülen çakıl taşlarını büyük bir iştahla yedi. Kırılan dişlerini ise en sevdiği ahşap takı kutusuna koydu. Dişinden gelen kanın tadı ona haz verdi, mayışıp uykuya daldı.
Uyandığında yaşadığı bu sendrom iyice kafasını kurcalamıştı. Kafasının içinde enerjisi biten yıldızlar patlamış olmalıydı. Belki de evren değişmesi gerektiğine yönelik sinyaller göndermişti, bu monoton sevimsiz hayattan bir süreliğine de olsa sıyrılmalıydı.
Ertesi gün buzdolabı yeniden o rahatsız edici sesiyle horlamaya başladı. Uyandı, bu sefer oldukça sakin ve kendinden emindi. Etrafındaki nesnelere önemle ve şefkatle baktı. Çamaşır makinesine içtenlikle sarıldı. Belki şu ıssız evde onu anlayan tek dostu oydu. Çamaşır makinesinin ise şaşkınlıktan kapağı dışarıya doğru açıldı. Bütün renkli çamaşırlar Zuhal’e kucak açtı. Saat sekizde başlayacak işine büyük bir hevesle hazırlandı. Her şey normale dönmüş, tüm eşyalar nihai sessizliğe bürünmüştü. Hızlıca kırmızı Cadillac arabasına atlayıp Levent’teki muhasebe şirketine gitti. İşçiler harıl harıl hesaplama yapmakta, arada gelen çağrılara cevap vermekteydi. Zuhal, tebessüm ederek onları meraklı bakışlarla izledi. Hepsine teker teker selam verip, işçilere ihtiyaçları ve sıkıntıları olup olmadığını sordu. İşçiler büyük bir şaşkınla bu katı, histerik kadın figürünün nasıl böyle dönüşüm geçirdiğini düşündü. Onlara göre büyük ihtimalle kafasına koca bir damacana düşmüş olmalıydı.
O sırada satış yetkilisi sivri uçlu topuklu ayakkabısını takırdatarak yanına geldi. Bütün işçiler bu sese uyuz oldu, tüm dikkatleri dağıldı. Zuhal, kendisine sunulan raporu dinlemek yerine iş yerinde sürekli asılı duran geometrik şekillerden oluşan tabloya odaklandı. “Karşıdaki tablonun ressamı kim? Anlamla ilgili bir meselesi var sanki. Siz biliyor musunuz?” Satış yetkilisi Zuhal’e gülümsedi, “Kandinsky, soyut sanatın öncüsü, çok sevdiğim bir ressam. Sanatında renklerle, müzikle zihinsel ve psikolojik çıkarımlarda bulunur. Özellikle geometrik ilişkiler ile anlam arasında bağlantı kurar.” Zuhal’in daha da ilgisini çekti o ressam. “Peki mor rengi ne ifade ediyor onun için?” Satış yetkilisi biraz duraksadıktan sonra, “Kandinsky moru oldukça kederli, rahatsız edici ve anlaşılmaz bir renk olarak tanımlar. Belki de onun için zihinsel rahatsızlığın kendisidir.” Zuhal, şaşkın donuk bakışlarla duvardaki tabloya bakakaldı. Satış yetkilisi raporu masanın üzerine bırakıp yine topuklu ayakkabısını takırdatarak uzaklaştı. İşçileri boğan bu ses, bu renk ona huzur verdi. Yaşadığı rahatsız edici karanlık figürler, sesler artık ona gün ışığının yansımasına bürünmüş, bir gün içerisinde olup biten her şeyi özetlemişti sanki.
– Nurdan Şallı