Denizin ortasında balık avlarken overdose’dan siki tutan bir adam tanımıştım. Kendisini ölü zanneden, çürümüş etlerinin kokusunu alan, cotard sendromuna münhasır bir lavuk. Deli ile ölü arasında bir yerlerde olduğu, karşısındaki insanın gözlerine bakamayışlarından anlaşılıyordu. Köşedeki bakkalın önünde çürüyen bir gençliği vardı. Kokusunu duyması muhtemel… Küçükken doktor olmak istiyormuş. Şimdilerde ise kanser…
Sosyal hayatımda bolca mevcut olan ölüyen yürülerden farksız bir görüntüsü vardı. Hayır, zombi değildi. Daha çok zombileştirilmişti ve kendisinin ölü olduğuna inanan bu adam, respiratöre bağlı bir şekilde ölümü bekliyordu kendi nezdinde. İnsanlar pek ilgimi çekmese de bu adamda tuhaf bir şeyler seziyordum. Bir gece sokak aralarında gezerken; İnsanların hayatlarına dokunmayı sevdiğim kadar kendi yaşamıma bir çizik atsaydım, belki de her şey başka şekilde gerçekleşebilirdi. Ama ben hâlâ reenkarnasyondan sonra sarı bir sokak lambası olmayı isteyecek kadar hümanistim, dedi. Çıkmaz bir sokağa girdik ve sarı bir sokak lambasının altına oturduk. İzafiyete göre yaklaşık olarak 20 dakika boyunca tek kelime dahi etmedi. Yüzündeki melankoliye daha önceden alışkın olduğum için ben de bir konuşma başlatma gereksinimi duymadım.
Bazen susmak, kimi insanlar ile konuşabileceğiniz en iyi şeydir.
Ayağa kalktı, yanmakta olan sigarasından son bir fırt çekti, izmariti orta ve başparmaklarının arasına sıkıştırıp rögar kapağına doğru fırlattı. Ve ekledi: ‘’Ben sigaraya bu sokakta başlamıştım.’’ Ne zaman varoluş sancıları çekse bir cigaralık sarar ve buraya gelir, geçmişinin gerçekliğini değiştirmeye çalışırmış. Bu kadar yalanın farkında olup, hayatının her virgülünü ilmiğine kadar sebep-sonuç ile ilişkilendiren bir adam nasıl olur da geçmişi ile barışamaz? Şayet barışık ise neden toplum yargılarına göre hareket edip hayatını bir düzene sokamaz? Nasıl bir adamın yegâne yaşam sevinci ölü olduğunun farkında olması olabilir? Sormak istediğim çok fazla şey vardı ona, fakat ben de bir o kadar bulanıktım bu konuda. Toplum yargıları, düzen, ahlak, adalet, politika, evlilik, ayaklarının üzerinde durmak… Tüm bunlar aklıma geldiğinde zaman zaman, siyah-beyaz bir Western filminde, 7 farklı renkte kusabilecek kapasitemin olduğunu fark ediyordum. Bir nevi bulantı geliyordu, Sartre’a olduğu gibi. Oysa ki Pazar günleri Western kuşağını kaçırmam için ülkeye din madamları tarafından (rahibeler) darbe girişiminde bulunulması gerekiyor.
Onunla alakalı benim asıl merak ettiğim konu; bu şekilde düşünmesine vesile olan şey neydi? Bunun altında yatan sebep sevgisizlik miydi? Para mıydı? Aile miydi? Hayalleri mi? Yoksa bir kadın müsveddesi mi? Ona karşı yöneltmemem gereken tek bir soru vardı. Daha önce telkinde bulunmamasına rağmen bunun hangi soru olduğunu biliyordum. Sormak istemiyordum, fakat bazı anlar vardır ki gelişigüzel yaşanması gerekir ve o anın geldiğini şakaklarımdaki sızıdan anlayabiliyordum. Bir anlık anksiyetemin üzerine gittim ve sordum.
– NEDEN?
Tabakasından bir sigara kafasını uzatmış, yanmayı bekliyordu. Birkaç dakikalık bir düşünce maratonuna girdi, tabakasının içine ters koyduğu şans sigarasını kendi dudaklarının arasına götürdü, kafasını uzatan sigarayı bana verdi, düşüncelerime bir atom parçacığı gibi etki etmek istercesine ilk defa göz bebeklerimin içine bakarak, dökülmeye başladı.
-Bir zamanlar iyi bir spermdim…
-Bir pesimistin düşünebileceği en güzel şeydi benim için. Bakma şimdi böyle olduğuma, fiyakalı adamdım ben. Sonra tanrıyla ters düştük bir yarı gece. Tam da o yarı gece istemediği biriyle vasatın altında seks yapacağını bile bile gülümseyen, allı pullu giyinmiş, ağır makyajlı bir hayat kadını gibiydim. O fahişe bedenini teslim ediyordu insana, ben ise ruhumu. Aramızdaki tek fark buydu. Şimdi merak ettiğin şeye geleyim, evet, bir kadın müsveddesine aşık olmuştum. Belinde silahı değil de ufak gamzesiyle vurmuştu beni. Ben ise eline yakışmayan tüm papatyaları alnından vurmak istiyordum. Ağzıma, küçük dilinden sentetik bir zehir salgıladığı zaman fark etmeye başladım içinde bulunduğum durumu. Benim nezdimde 1+1=69 yapardı. Sonra baktım ki 1+1=1 yapıyor, o zaman dedim tamam, tüm dünyanın nüfusu ikiye düşmüş. Bu hikayedeki etkisiz eleman benim, yolu yok çekeceğiz. Sonra karlı dağlar geçiyor işte gözünü açtığında, Masumiyet filmindeki gibi…
Nefesi siyah kokuyordu, karanlığa olan ilgim burada başladı benim. Gözleri bulanıktı, insanlara bakamadan konuşma huyum da buradan geliyor. Ama ne var biliyor musun? Ben bu mitranın dudaklarının rengini asla çözemedim.
Karanlık olmayan hiçbir şey ilgimi çekmiyordu artık…
Kadının ruhunu avuçlarımın içine aldım, okşamaya başladım. Fakat dozajını bilmiyordum. Kadın ellerimde kaldı, elleri kanadı adamın.
Kadının kafasına silahı dayadım, namluyu sol göğsüne itekledi çirkin bir tebessümle kadın. Tetiği çekemedim, kendini vuramadı adam.
Kadının kafasına silahı dayadım, bütün nefretimi kustum suratına. Kadın bağırdı, çağırdı, çığlık attı, ses telleri içine kaçtı adamın.
Kadının kafasına silahı dayadım, namlunun ağzındaki papatyayı fark etmedi kadın.
Kadının yüreğine inmeye çalıştım, edebiyat parçaladım, Nazım’dan bir saat, Shakespeare’den bir tirat gibiydim. Tolstoy gibiyken alkole, maddeye, hatta kumara başladım. Janis Joplin gibi,
Bukowski gibi oldum. Kadının yok’luğuyla baş başa kaldım. Yoksuldum, yoksundum, bir nevi yoktum. Yoksunluğumdandı yokluğunda yok olmam kadının.
Kadının zarafeti yüzünden yataklara düştüm, bir düş’tü, çok üşüdüm, avuçlarından kayıp düştüm kadının. Çok düşündüm. O kadar çok düşündüm ki moruk, en sonunda vardığım yer bir doktorun yanıydı. Beynimde 6 santimlik bir tümör olduğundan, zaman zaman halüsinasyonlar görebileceğimden bahsetti bana. Bunu söylediği anda kadının bulanık gözleri belirdi karşımda. Parıldadı saçları son kez. Ve ben biliyordum, yalan olduğunu biliyordum. O kumar masasında, kendime bir maça kızı yarattığımı biliyordum. Sonra kadın yok oldu, ben kafama sıktım, ve perde böylece kapandı.
O günden sonra her gece bir intihar senfonisi çınlatıyor kulaklarımı. Genetik olarak kodlanmış, boynunu asma halatına geçiremeyen bir ölüm; zindanında, fonda bırakıyor tüm piyano seslerini. Ben de her gece çello çalan kadına bir sigara uzatıyorum. Bir sigara da kendime yakıp, oracıkta uyuyakalıyorum. Ve o günden beri her şey hiç olmadığı gibi devam etmiyor, hep olduğu gibi yerinde sayıyor.
Kitap gibi karıydı namussuzum, okuma yazmam olmadığı için kaybettim hep.
-Sigaran var mı?
-Tütün kullanmıyorum.
‘’Öyle ölüme düşkündü ki, biyoloji sıfır…’’
Ece Ayhan
Lügat;
yarı gece : gece yarısı
overdose : doz aşımı
cotard sendromu : psikolojide kişinin kendisinin ölü olduğuna inanması.
respiratör : solunum cihazı
mitra : tanrıça modeli, kadın.
– Umut Çakıcı