Fonda ağır bir arabesk şarkı çalıyor. Fıskiyeden akan sular, doğanın intikamını insanoğlundan almak isteyen bir tsunami gibi inletiyor saç diplerimi. Köpük, keratin, alkol ve argan. Her yeni akan su damlacığında geçmişimle eskittiğim yıpranmış teller terk ediyor tenimi. Şehrin kanalizasyonuna karışıp yeniden dirilmeyi bekliyorlar. Uçurum kenarında leşimi kemiren bir sırtlanın dünyaya olan izafiyetini açıklayan intihar özlemim yankılanıyor banyomun çevresinde. Genlerimin armağanıydı kansere yenik düşen tüm hücrelerim. Ailemdeki herkesin saçının tek teline zararı dokunan her canlıyı öldürmeye yeminliydim. Dinimle ilişiğini kestim tüm yeminlerimin. Şeref ve namus ikilemini koparttığım saçlarımla karlı bir dağda bozguna uğrattım gerillalarımla. Zaman geçtikçe sızlıyor etim. Benden aldığım her parçada daha da ezdim kendimi. Eziyet ettim! İçimdeki beni bencilliğimle besledim. Kinlendikçe kendimi imgeledim. Zamanında ifşa ettiğim her zulmü yitik karakterimle örtbas ettim. Vicdanımı sorgulamayı bıraktım beş yıl önce.
Saçımdaki kimyasal tabakayı erittim bir ton suyla. Kabini aralayıp ayak bastım yenildiğim hayat kavgama. Aynanın buğusunu aralayan çatlaktan sızdırdım duygularımı. Duvara tosladılar, kırıldı kaburga kemikleri. Gülümsedim, mesafemizi sorguladım. Sildim su damlacıklarını tek celsede. Kırık bir ayna, yıkık bir sıfat. Kaç on senedir izleyemiyorum gözlerimi? Duygularım ilhak ediyor beynimi. Çıkmak istiyorlar sıkıştıkları yerden. Bir yumruk patlatmak istiyorum kaşımın tam altına. Benim nefretim beni engelleyen bana. Kaçmak istiyorum kendimden. Tüm engelleri yıkıp yerine daha irilerini yerleştirmek. Kaybolmam gerekiyor yabancı bir yol kenarında. İçinde, tellere takılan uçurtmasının yasını besleyen bir çocuğun akranlarıyla oynadığı bilyeleri çalarak burun deliklerime sokup, salondaki akvaryumda üç haftadır hareketsiz yatan yılan balığını genzime tıkıştırmalıyım. Benim nefretim beni nefessiz bırakan bencilliğime.
Üç yıldır yağlanmayı bekleyen yatak odamın kapısının gıcırtısı, kulaklarımın pasını aşarak tırmaladı beynimi. Evin içerisinde çıplak dolaşmayı özgürlük sandığım yıllara götürdü o da beni. Kerpiç bir köy evinin bahçesinde kanatlarından yakalayıp çatıya fırlattığım horozun ahını duymaya başladım şimdilerde. Bazanın altına ilmek ilmek işlenen örümcek ağlarının arasında aradım çocukluğumu. Şafak karanlık, odam darmadağın. Annemin saç telleri karışmayacaksa halının yünlerine, ne işim var benim gelecekte? Üzerimi giyinirken zincirledim kendimi yeniden bugüne. Yapacak onlarca işi olan insanlar gibi ben de çıkıp terk ettim evimi. Neden sahibim ki bir eve? Ne işim olduğunu sormayı bıraktım kendime uzun zaman önce. Anı yaşayıp anılarımdan uzaklaşmayı temenni ediyorum sadece. Çalıştırdım arabayı, bastım gaza. Zihnimizi kemiren teknolojik cihazları kullanarak gündelik yaşantımızı kolaylaştıracak her yeni icatla ihanet ediyoruz benliğimize. Var olduğumuz günden beri yok ediyoruz kendimizi ve her geçen gün çürümüş et parçasındaki kurtçuklar gibi türüyoruz. Yürüdüğümüz yolların sonunu görebilseydik çizme imkânımız olur muydu kaderimizi? Bir hışımla sine-i millete döneceğim ve ben de herkes gibi yapacağım, işin toplum için verimli olacağına inandıracağım kendimi. Yürüyen taşıtlardan daha kadim bir mukaddime üreteceğim.
Yüzlerce kilometredir etrafımdaki tabelalara bakınarak geziniyorum sokaklarda. Aradığım yaratıklar içimi ürpertiyor. Gecenin bu saatinde esrarkeş bir adamın ısrarlı bir hışımla pet shop arıyor olacağını inandıramazdım herhalde eski dostlarıma. Kendimi tanıyamıyorum son günlerde. Kanser hücreleri istila etti geleceğimi. İstesem de istemesem de sayıyorken son geceleri, kayan birkaç yıldızın altında dilek tutamam elbette. Ben kurtulamıyorsam herkesi öldürüp de terk edeyim dünyayı gibi düşünceleri hangi zaman zihnimden uçurduğumu hatırlayamıyorum. Vakit elveda vakti! Sonunda açık bir hayvan tekeli buldum. Ağır bir koku var içeride. Bir de salaş giyimli, rasta saçlı, mavi bereli bir pezevenk. Yanımda bir revolver olsaydı sıkabilirdim alnının tam ortasına; beyninin yerinde olmadığını kendime ispatlamak için. Kafesiyle birlikte iki tane beyaz muhabbet kuşu satın aldım ve arkamda bıraktığım hayvanların karnını iyice doyurması için ekstra para bıraktım kendi karnını doyurmaktan aciz zavallıya. Nefesindeki alkol kokusu engelleyebilirdi az sonra gerçekleşecek olan merasimimi. Azmimin ahlaksızlığı merhametimi bulandırıyor.
Sadece gecenin bu vakitlerinde arabamı rahatlıkla park ederken arınmış hissediyorum kendimi şehrin kalabalığından. Yanıma kafesi de alıp yürüyorum deniz kenarına. İştahla içtikleri şarabın ardından ellerinin tersiyle ağızlarını silen sarhoşların arasından ilerliyorum. Hava rüzgârlı, dalgalar şiddetli ve soğuk, kemiklerimin derinliklerindeki sağlıklı son hücreyle geçimsiz bir münakaşa içerisinde. Geride kalan sağlıklı günlerimi denizi izlerken daha da şiddetlenen sigara ve alkol içme isteğimle yâd ediyorum. Onların yerine, asırlardır kafeslerinin içerisine esir edilmiş kuşları alıyorum ellerime. Fazla acele ediyorlar özgürlüğe kavuşmak için. Çırpınıp duruyorlar avuçlarımda. Öyle sanıyorlar ki insanlar onlardan sadece özgürlüklerini çaldılar. Kuş beyinliler! İnsanlar onlardan vahşi yaşamlarını, gagalarının arasında kıvrılan solucanlarını, elektrik tellerindeki manzaralarını ve karlı kış akşamlarındaki üşüme arzularını çaldılar. Birazdan onları serbest bırakacak olmam muhtemelen beni kahraman rolüne bürüyecek neztlerinde. Aslını bilmiyorlar ki birkaç saat sürecek ömürleri. Biz de aslını öyle sanarak kurtuluş olarak görmüyor muyuz sanki ölümü? Kafes rolüne bürünmüş bir gezegen ve içerisinde bir dünya insan. Tek gayeleri geçmişi silmek olan bir avuç canlı sürüsü. Merhametlerini korkularıyla silip sevgilerinin himayesinde yüceltmiş insanoğlu. Tozlu bir toprakla örtülü bir bahçenin tam ortasına savrulan kuru bir yaprağın altına gömmüş hayallerini ve nedensizce yaşamaya koyulmuş ölümü beklerken.
Yağmur çiselemeye başladı. Kendini bilmez bir doktorun kanser teşhisi koyduğu akciğerlerime tıkıştırdım tozlu toprak kokusunu. Çok yıl önce tam bu noktada uzunca saçlarımın arasında ellerini gezdiren kadının dudaklarında hissettiğim nemliliğe ulaştım. Tam o sırada iki elimin parmaklarını kavuşturdum kafamın üzerinde. Uçup uzaklaştı kuşlar. Beyaz bedenleri kayboldu karanlıkta. Kendime gelebilmek için gözlerimi ovuştururken hissettim şampuan kokusunu. Kuşlar ölümlerine doğru uçarlarken ben de özgürlüğüme bakarak sürünmeye başladım.
– Çağatay Togay