Dinlediğiniz ilk anda ‘‘unutamayacağınızdan emin olduğunuz bir hikâye’’ oldu mu hiç? Benim oldu. İyi mi yoksa kötü mü oldu? Bilmiyorum. Hikâyenin sahibi Akın Koca, fazla değil sadece bir gün önce ayrıldı yanımdan. Onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum. Bölükteki ilk günümdü. Yemekhanede görmüştüm onu. Hemen karşımdaki masada oturuyordu. Kuş Tepesi üzerine konuşmalar hatırlıyorum. Önümdeki yemekle oynarken söylenenlere kulak misafiri olmuştum. Sınırın öte tarafından nöbet kulesine atılan taşlardan söz edilmişti. ‘’Orada nöbet tutanın vay haline’’ deniliyordu. ‘’Yarın nöbet sırası bendedir, yüreği yeten taş atar bana’’ demişti Akın. Yanındakiler doğruluyordu onu. Yaman adamdı Akın, üstleri bile çekinirdi ondan. Asker ocağına girdiği andan itibaren buraya ait olduğunu anlamış; evi bellemişti burayı. Kimsesiz olduğu söyleniyordu; ne kadar doğru, ne kadar yanlış? Bilemem…
Kuş Tepesi, bölüğün olduğu yere en az kırk kilometre uzaklıktadır. Bu yüzdendir ki o tepeye giden askerler en az iki gün uykusuz bir şekilde nöbet tutmalıdır. Bu zorlu tepenin tam üstünde bulunan nöbet kulübesinin yüzü, sınırın öte tarafındaki geniş ovaya bakmakta; tepe ve ova arasında ise uçsuz bucaksız bir tel örgü bulunmaktadır.
Kulübenin küçük penceresinden bu ovaya baktığınız vakit bir iki ev görebilirsiniz. Kerpiçten yapılma yıkık dökük evler… Güzelliğiyle mest eden bu ovadaki insan kıtlığının tek bir sebebi vardır. Yıllar öncesinden bu tel örgünün yakınlarına döşenen yüzlerce mayın. Bu mayınlar ki nice insanı, nice hayvanı telef etmiş ve göçe zorlamıştır.
Akın, nöbet yerine gelir gelmez ovadaki evleri incelemeye koyulup, ‘’Nöbet kulübesini taşlayanlar bu evlerde yaşayan insanlardan başka kim olabilir ki?’’ diye düşünmüş. Yerinde bir şüphe, fakat bu düşüncesi oracıkta boşa çıkmış ve koca ovada yalnızca bir baba ve küçük kızının yaşadığını görmüş. Küçük kız sabah erkenden uyanıp hayvanları besliyor ve evin önündeki ağacın dibine oturup defterine bir şeyler yazıyormuş. Akşama doğru yatalak babasını dışarı çıkarıyor ve karanlık çökünce evin tüm ışıklarını söndürüyormuş.
İkinci nöbet gününün gecesinde Akın’ın yüreği ağzına gelmiş. Kulübenin tepesine düşen koca bir taş ile irkilip havaya iki el ateş etmiş. Ardından karanlığa doğru sövüp saymış ve nereden geldiği belli olmayan bir taş daha! Çılgına dönüp birkaç el daha sıkmış. Sabaha kadar kulübenin etrafını turlasa da zifiri karanlık taşı atanı bulmasına izin vermemiş.
Yorgunluktan kulübeye yaslanıp gözlerini dinlendiren Akın, sabahın ilk ışıklarıyla öten horozdan irkilip kendine gelmiş. Kulübeye girip bir yarım ekmek ve domatesle ovayı izlemeye koyulmuş. Burada geçirdiği iki gün boyunca en çok bu saatleri severmiş. Uçsuz bucaksız ovaya karşı sigarasını yakmış ve küçük kızın her zamanki gibi hayvanlarını çıkarıp beslemesini beklemiş. Bekleyiş bir hayli uzun sürmüş…
(Buradan sonrasını Akın’ın anlatması daha doğru olacaktır.)
Ses Kayıt 001:
- Sorduğum soruya cevap vermedin doktor. Beni kandırabileceğini falan zannediyorsun herhalde? (gülüyor) Ama önemi yok, artık gerçekten bir önemi yok. Sorduğum soruyu kendi içinde de cevaplayabilirsin. Ben sana tüm olanları anlatacağım. Cihaz açık mı hala?
- Evet, kaydediyorum.
- (bir süre sessiz kaldı) 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu. Ama yaşından büyük baktığını söyleyebilirim. Bakmakla kalmıyordu, görüyordu da. Nöbet tuttuğum sırada birkaç kez bana doğru baktığını görmüştüm. Kızgın olduğunu görebiliyordum. O mesafeden yüzünü seçebilmek mümkün değil ama öyle bir duruşu vardı ki, kaçacak yer arıyordum doktor. Diyeceksin ki koca adamsın, küçücük kızdan mı korktun? Evet. Yerimde kim olsa korkardı…
- O sabah öğlene kadar evden dışarı çıkmamıştı öyle mi?
- Evet, çıkmadı.
- Peki, saat kaç gibi gördün onu?
- Akşama doğru, öyle hatırlıyorum. Emin değilim ama nöbet süremin bitmesine doğruydu. Uzun bir süre kızın evden çıkmasını beklemiştim. Bir şüphe vardı içimde. Derken kapısının açıldığını gördüm. Tellere doğru koştu. Tehlikeli bölgeye yaklaştığı sırada silahımı ona doğrulttum. Bir şeyler söyledi bana. Ne olduğunu söyleyemem, dilini bilmiyordum kızın. Bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışıyordu hiçbir şey anlamıyordum. Yardım istiyor gibiydi ama şaşkınlığımdan olsa gerek, hala silahımı indirmemiştim. Öylece kalakalmış küçük bir kız çocuğunun çırpınışını izliyordum. Bir süre sonra sakinleşti ve etrafına bakınıp eve doğru koştu. Elinde o defteriyle çıkageldi. Oturup bir şeyler karaladı ve kâğıdı yerden aldığı bir taşa sararak bana doğru fırlattı. Donup kalmıştım öylece. Attığı taş tellerin dibine düşmüştü. Benim olduğum tarafa geçirememişti. Bunu görünce tekrar bir şeyler karaladı ve bu sefer taşı benim olduğum tarafa fırlatmakta niyetliydi. Çok telaşlıydı. Yaptığı şeye inanamadım. Havaya ateş etmeli ve onun geri gitmesini sağlamalıydım ama duracak gibi değildi. Tek çare silahı yere fırlatıp tepeden aşağıya, tellere doğru koşmaktı. Öyle de yaptım. Tam tellerin önüne geldiğim vakit o da durdu. O an etrafa bakınca şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırdım. Telin dibinde yüzlerce taş, her biri bembeyaz kâğıtlarla kaplı… Küçük kız 20 metre kadar uzağımda duruyordu. İlk kez bu kadar yakından görmüştüm onu. Gözleri yaşlı bir şekilde bana bakıyordu. Kızgın değildi, bunu görebiliyordum. Çaresizce bakıyordu. Elindeki kâğıda sarılı taşı bana doğru fırlattı. Taş tam ayağımın dibine düştü. Bir anlığına eğilip alacakken kulağımı sağır eden bir patlama. (bir süre sessiz kaldı) Sonrasını biliyorsun doktor. Artık gitmem gerek.
- Son bir soru sormama izin ver lütfen.
- Çocuğun sana attığı kâğıtta ne yazıyordu?
- Bilmek istiyor musun?
- Evet, istiyorum.
- Al, çizdiği resim bu… Sende kalsın.
- Resim mi? Neden bana veriyorsun?
- (çıkıyor revirden) İşim bitti benim burada.
Kayıt Sonu.
Bugün bu olayların yaşandığı Kuş Tepesi’ne gittim. Orada yaşananları kendi gözlerimle gördüm. Tel örgü ve dibindeki yüzlerce taş. Elimde o küçük kızın çizdiği resim, ayaklarımın dibinde ise bu resimden yüzlercesi. Dün Akın’a cevabını veremediğim soruyu sordum kendime. Şuydu o soru:
‘’Ne diye bunları anlatmamı istiyorsun benden doktor?’’
Şimdi geri dönüp Akın’a cevap verebilir miyim? Akın’ı bir daha görebilir miyim? Bilmiyorum. Sahi ne diye anlatmasını istedim ondan? Unutturmak için mi? Unutmamak için mi? Unutturmamak için mi? Hayır, bu benim elimde olan bir şey değil. Sizin hiç dinlediğiniz ilk anda ‘‘unutamayacağınızdan emin olduğunuz bir hikâye’’ oldu mu acaba? Benim oldu. İyi mi yoksa kötü mü? Bilmiyorum.
Not: Küçük kızın çizdiği resmin orjinali:
– Adem İŞLER