Hiç ölmeyecek gibi yaşıyoruz. Kahretsin, neden buna ihtiyaç duyuyoruz ki?
Sanki nice hayat şansımız var gibi, nasıl da savuruyoruz elimizdekini; yaşanabilecek onca farklı deneyim varken, kendimize zincirler yaratıp onlara bağlıymışız gibi davranıyoruz. Uyanıp ölmediğimizi fark ettiğimiz her yeni günde, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama algımız katlanıyor ve bir nevi öğrenilmiş çaresizlik içerisine çekiliyoruz. Evet, bana kalırsa bu tamamen öğrenilmiş çaresizlik ve zincirleri olmamasına rağmen kaçmayı denemeyen bir filden farkımız yok. Yarın da ölmeyeceğimize öyle koşullanmışız ki, kendimizi farklı bir paradoks içerisinde buluyoruz: Ölümsüzlüğümüze koşullanarak, uyandığımız her yeni günde zincirlerimizle kendimizi bir kez daha öldürmeye devam ediyoruz. Bu dram fark edildiği zaman ise acı bir tebessümle yansıyor yüzlere… Bir gerçeği fark etmenin yarattığı tebessüm, koskoca bir hayattan geriye bıraktığını zannettiğin çoğu şeyin yok oluşunu deneyimlemenin acısı ile birleşiyor. İşte o an, fark etmeden her gün içimizde öldürdüğümüz ruhumuz bir defa daha, bu sefer zihnimizde ölümü tadıyor.
Görünürken kayboluyoruz; kayboluşumuzun sebebi görünmeye çalıştığımız insan. Mükemmel yaşıyormuşuz gibi göstermeye ihtiyaç duyduğumuz şu hayatların aslında kocaman kayıplarla dolu olması gerçekten de trajikomik değil mi? Peki ben neredeyim ve ne yapıyorum? Doğrusu, nerede ne yaptığımı zannediyorum? Bu satırları hapsolduğu bedende, zincirlerine sımsıkı tutunmuş bir kadın olarak yazıyorum. Zaten hiç zincirlere sahip olmasam, insanoğluna dair bu gerçekle ne kadar yüzleşebilirdim bilmiyorum. Öte yandan, zincirlerimden bir anlık bile olsa kurtulamamış olsam onların varlığından ne kadar emin olabilirdim? Kurtuldum, sadece bir andı. Kendim için yaşadığım tek bir an…
Sonra ne mi yaptım? Koşarak zincirlerime geri döndüm, daha da sıkı sarıldım onlara. Kendine ait olmayan bir bedenin içerisine hapsolmak gibi bir şey bu ama senelerdir öylesine alışmışsın ki o bedene, gardın olmuş senin ve bir bağ kurulmuş aranızda… Kopamıyorsun. Bu durum da yine farklı bir çağrışım yaptırdı bana: Hepimiz hayatımızın bir döneminde, kısa da olsa Stockholm sendromu yaşamış sayılmaz mıyız öyleyse? Beni rehin alan bir bedene bağlanmış bir insan olarak tek bir farkım var: fail de benim, mağdur da. Yeni bir fark ediş ve yine acı bir tebessüm…
Hayatı sorguladıkça ne kadar da değişik denklemler çıkıyor altından. Hayatı sorgulamak, harekete geçmekten ne kadar da uzak bir eylem; bunu da anlıyorsun. Aralarındaki bu fark insanı en derin ve en karanlık kuyulara düşüren sorun değil mi zaten? Sorguluyorsun, sorgulamaların zihninde yarattığın o derin kuyuda yankılanmaya devam ediyor; sürekli kendini duyuyorsun. Ancak kuyudasın işte, çıkamıyorsun. Çıkamadığın sürece duymaya da mecbursun, duyduğun gerçeklerle yaşamaya da. Bu sefer de duymana rağmen kaybolmaya devam ediyorsun… Adeta tüm duyularla kendini ispatlamaya çalışan bir kayboluş bu: Yabancı bir görünüşe sığınarak, bu görünüşe çok zıt iç sesler ile yaşamaya mahkûmiyet. Söylesene, hangi ruh var oluşunun bir bedene hapsolmasını hak eder? Yaşamak bu değil ve artık yaşama daha farklı yaklaşmamız lazım çünkü tek bir şansımız var ve bunu engelleyen zincirlerimizi biz yarattık. Cevabı hep yanlış soruda aradık aslında. Asıl soru ölümden sonra yaşamın varlığı üzerine olmamalıydı; ölümden sonra bu hayattaki yaşanmamışlıklara ne olacağı olmalıydı. Sahip olduğumuz hayatı yaşayamazken sonraki hayat üzerine bu kadar düşünmemiz… İşte yine olur, önce göğsümde oluşan bir sancıyla başlıyor sonra yavaş yavaş yüzümdeki kaslarda hissediyorum geldiğini. Acı ve tebessüm bir kez daha yan yana buluşuyor…
– Asya KABADAYI