Gün batımıydı, tepelere kurulmuş apartmanların seyrek ışıklarına bakıyordum. Karanlıktan hazetmeyen ne çok insan var diye düşündüm, zira göğü mavilik terk etmemişti henüz. Ufkun yere uzanan kısmı pastel bir pembelikteydi. Pembe renk yukarı çıktıkça maviye bulanıyor, o kadifemsi mavilik ise sanki özüne, kendi içine kıvrılıp soluklaşıyordu.
Belki ışığı yanan bir kaç hanede kitap okunuyordur diye düşündüm, gün ışığı yetmediğinden açmışlardır ışığı. Diğer bir kaç hanede ise ailecek akşam yemeğine oturulmuş olmalı. Şu pencere kenarları türlü çiçeklerle donatılmış müstakil evde ise elleri yumuşacık, yetmişlik bir teyze torunlarına çetik örüyordur bence.
Korna sesi ile irkildim, trafiğe yakalanmıştık. Radyoda son ses İzzet Altınmeşe çalıyordu, önümdeki post bıyıklı amca hararetle bir şeyler anlatıyordu yanındakine.
– Yahu kaç yıl kaldı şunun şurasında 2023’e. Sen o zaman gör bizi.
Dört yıl kalmıştı. Ben o zaman nerede olacaktım acaba? Belki de atanırdım. Doğudaki bir köy okulunda başlardım çalışmaya. Kendimi karlarla kaplı bir dağ yamacında, elimde uzun bir sopa ile yürürken hayal ettim. Düşe kalka ilerlemeye çalışıyor, öğrencilerim gelmeden sobayı yakıp hazır bir şekilde beklemeyi hedefliyordum. Zor bela ulaştıktan sonra bir zafer elde etmiş gibi gözlerimi kısıp bakıyordum, delip geçtiğim dağa. Ellerimi ovuşturuyor, paçalarımı temizliyor, giriyordum sonra okula. Üstüm başım tertemiz ama bir görseniz, sanki o karın çamurun içinden ben geçmemişim. İlk işim sobayı yakmak oluyor tabi, sonra bugün anlatacaklarıma bakmak için ajandama göz gezdiriyorum. Çocuklar gelmeden çoraplarımı kurutup, sobada bir demlik çay mı yapsam acaba derken saçlarına kırmızı kurdele takmış, boncuk boncuk bakan kara bir kız çocuğunun seslendiğini duyuyorum.
-Günaydın öğretmenim.
Bütün o kara kışın çetinliğine inat sıcacık bir tebessümle cevaplıyorum onu.
– Günaydın evladım
İşte öğretmen dediğin böyle olmalı; idealist, gözüpek, donanımlı… Ama ya sopa… Ya çocuklar o sopayı okul bahçesinde bulup birbirlerinin kafasını yararlarsa? Hem elimde niye sopa vardı ki benim? Karda yürürken eline sopa almakta neyin nesi? Bir filmde görmüş olmalıydım bunu. Tam bahçeye çıkıp sopayı arayacakken üst üste çalan korna sesiyle uyanıp sıçrıyorum yerimden. Ağzımdan çıkan mırıltıya benzeyen bir kaç kelimeye engel olamıyorum.
-Sopa nerede?
Bütün yüzler bana dönüyor tabi, şoför dikiz aynasından şaşkınca suratıma bakıp “Buyur hemşerim?”diyor.
-Ben diyorum, ben inebilir miyim, müsait bir yerde acaba?
-Söylediğin yere daha var ama indireyim istersen tabi.
Evet, diyorum mecburiyetten. İneyim ben şöyle köşede.
Çoğu ışıkları yanıyor artık apartmanların bu sefer de ışığı yanmayan daireler hüzünlü geliyor gözüme. Ferdi Özbeğen’in Dilek Taşı ile vedalaşıyorum yeni iş yerimin servis aracıyla.
Apartman ışıkları, göğün rengi ve korna seslerine aldırış etmeden hızlıca tutuyorum evimin yolunu.
– Burak Gülen
Yine ilk yorum bana kısmet oldu bak, hayat!