İş günleri orada burada yarım yamalak, ayaküstü yapılan kahvaltının bir değeri vardır illaki ama ne kadar. Hafta sonu ev kahvaltısı ise bir başka olur. Ya köy yerinde doğal ürünlerle bezenmiş kahvaltının değeri tarif edilemez. Ben de bu düşüncelerle bahar ayının ilk hafta sonunun sabahında erkenden kalktım. Dağ kahvaltısının hepsinden daha değerli olacağı düşüncesiyle hızlıca hazırlığımı yapıp bisikletimin sırtına atlayarak ormanın yolunu tuttum.
Azığımda neler var? Beyaz peynir, siyah ve yeşil zeytin ve iki haşlanmış yumurtanın yanına birkaç dilim çavdar ve iki küçük dilim odun ateşinde pişmiş beyaz somun ekmeği. Yeter. Ormanda bal olur bunlar.
Ormana girer girmez kuşların öyle bir ötüşü vardı ki normalden fazla. Bu ötüşleri önce telaşlı geldi bana. Ağaçlara göz gezdirerek ilerliyorum. Aşkolsun kuşlar benden mi korktunuz? Ben eli tüfekli, baltalı ve hızarlılardan değilim. Benden size zarar gelmez. Tek tüyünüze zarar gelsin istemem, yuvalarınıza, ağaçlarınıza el sürenlerin elleri kırılsın diye düşündüğüm sırada kuşlar sustu. Bana mı şaşırdılar acaba? Kısa bir sessizlik. Sonra ötüşmeye devam ettiler. Bazen solo, biri bırakıyor diğeri başlıyor, bazen de koro halinde ötüyorlar, mütemadiyen ötüyorlar. Sanki bir yarış bu. A bu cümbüş kuşların ses yarışması olmasın? Beni görünce jüri mi olmamı istiyorlar yoksa? Etmeyin kuşlar, beni müşküle sokmayın, ben ayıramam sizi, hepiniz gönlümün şampiyonusunuz, alkışlıyorum hepinizi.
Yoksa bahar sevinci miydi bu halleri? Benle ne alaka. Bas pedala gölge etme başka bir şey istemezler diye düşünerek devam ediyorum.
Ballıkaya suyunun orada bir mola. Burada oturacak yer yok. Kahvaltı için hedef Çırçır suyunun orası, pedala basmaya devam.
Yolun sağında solunda ormanın içlerinde kar öbekleri duruyor. Eriyen karlar ve yağan yağmurlardan oluşan yolun kenarlarından bir iki karış da olsa akan suların şırıltısı bir müzik oluşturuyor yol boyu. Bu müzikle keyifleniyor, oh ne ala diyorum.
Nihayet Çırçır suyuna geldim. Burası evimden tahminen 6-7 kilometre ormanın içinde bir mesafede bir mevki. Yolun kenarına bir metre kadar yükseklikte taş duvar yapılmış. Dağdan gelen doğal su taş duvarın ortasına sırayla bağlanmış üç hortumdan akıyor. Su kapanmıyor başında insan olsun olmasın gece gündüz akıyor. Su da bir lezzet var, en kral marka sulardan tatlı.
Çeşmenin başında iki arakası kapalı araba. Yaşlı sayılabilecek bir adam arabanın arkasına doldurduğu irili ufaklı bir sürü damacana, pet şişe, hatta bir iki litrelik kola şişelerini bile doldurmaya getirmiş. Sanırsın çölün derinliklerinden geliyor. Arabasından da yüksek sesli garip bir müzik. Kulak değil yürek tırmalayıcı. Bu güzelim huzur veren orman yerinde olacak şey mi bu?
Adamın yüzünde de hesaplı ince bir gülümse. ‘’Şu getirdiklerim yirmi damacana etse on liradan iki yüz eder. Araba yirmi lira yaktıysa onu düşersek net yüz seksen lira iyi para.‘’ gülümsemesi mi acaba? Ya da amma konuşuyor bizimki yaşlandıkça çekilmez oluyor su bahanesiyle iyi ki kaçıyorum ormana da kafam rahatlıyor gülümsemesi midir, bu artık kim bilir.
Diğer bekleyen adam daha genç. Adamda bir göbek var maşallah desteksiz nasıl duruyor yüz üstü nasıl düşmüyor şaştım. Bu ortama fazla dayanamadım, buz gibi sudan korka korka iki üç yudum alıp kahvaltıyı Taşdelen mesireye ya kısmet deyip yola devam dedim.
İki hafta önce ürkütücü domuz seslerini duyduğum yere yakın bir yerde yokuş aşağı jet gibi iniyorum. Yol taşlı topraklı, stabilize bir yol. Allah korusun bir düşsem zemin rende gibi eriyerek yuvarlanır ufalırım. Hızla inerken aklımdan bırak domuzu çita gelse yetişemez bu hıza diyorum. Tabi az ilerideki yokuşa kadar deyip gülümsüyorum.
Orman hep güzellik mi dolu?
Hayır maalesef.
Yolların kenarlarında insan artıkları, sorumsuzca atılmış çöpler. Hele bira şişeleri ve ayran kutularını görünce bu memleketin (Alemdağ değil, Çekmeköy değil, İstanbul değil ) biracısı da pis ayrancısı da diye genelleme yapıyorum can sıkıntısıyla.
Bir de yüksek tepelerden görünen görünen köylerin etrafında ormana haddinden fazla tecavüz etmiş paralı kara yollunun çirkin görüntüsü ve sinsice ormanın derinliklerine bir kurt gibi girmiş yazlıklar.
Yola devam, çok dik yokuşlarda bazen iniyorum bisikletle beraber yürüyorum. Polenez-Taşdelen sapağının orada (tabela yok içgüdüyle tespit) arkamdan yetişen koşucu bir abiyle -çırçırın suyu sonrasında- tekrar selamlaşıyoruz. Daha ileride uzun bir sohbete dalacağız. Adamı görünce inceliyorum, yaşı babam yaşında yoksa da yakındır diye düşünüyorum. Sırtındaki formadan (‘’Cappadocia Marathon’’ gibi bir şey yazıyordu) profesyonel bir veteran koşucusu olduğunu tahmin ediyorum. Yaşına rağmen atletik ve diri bir vücuda sahip. Hele bacaklarına şaşırdım. Ne kadar ince. Belli koşa koşa bir gram yağ kalmamış.
İleride tekrar yan yana geldik, o koşuyor ben bisikletle ağır ağır ilerliyoruz. Adam 54 yaşındaymış. 15 yaşından beri sporun içindeymiş. Bir grup gelmişler sabah altıdan beri o bölgedeymiş. Arkadaşları koşusunu bitirip dönmüşler. Onun bugünkü planı 50 km koşuyu tamamlamakmış. 130 km’lik bir maratona hazırlanıyormuş. Ağzım açık dinledim. Adamın spor aşkına şaştım, hey maşallah deyip tebrik ettim. Sonra laf nasıl oldu muhabbet şu dağ başında memleket meselelerine geldi. Testide ne varsa dışına o sızıyor. İçimize işlemiş siyasetten kaçış yok. Tanzim kuyruklarından, muhalefetin yetersizliğine gezi olaylarına oradan beka meselesine konular sıralandı. Görüşlerimiz bazen örtüşüyor bazen de ters düşüyordu. Allahtan ormandayız diye orman kanunlarını uygulamaya sokmadık. Bir çatalda vedalaşıp görüşlerimiz gibi ayrıldık.
Taşdelen mesire alanına ilerlerken nefeslenmek için bisikletten inmiş sağa sola bakınıyordum. Gökte bir uğultu, uçak ne kadar yakın geçiyor. Karnında ‘Turkish Airlines’ yazısı çok rahat okunuyor. ‘İstikbal göklerdedir’ sözü İngilizce mi söylendi ki Türkçemiz yerde kaldı diye düşünüyorum. Tam bu sırada geri tarafında bir köpek. Aramızda 60-70 metre mesafe var. Durmuş hareketsiz halde uzaktan uzağa bakışıyoruz. Havlamıyor. Aklımdan havlayan köpek ısırmaz sözü geçiyor. Bu köpek havlamıyor o halde eyvah. Köpeği uzaktan fevri bir düşünceyle Sibirya kurduna benzetiyorum. Ağzı ve boynu beyazımsı gir bir renk, gerisi koyu kahve rengi veya siyah. Bir müddet sonra bisiklete atlayıp ağır ağır yokuşu tırmanıyorum. Pek korkmuyorum ama tetikteyim. Köpek gözden kayboldu ama ara sıra geriye atıyorum. Biraz sonra bir düzlüğe gelince aşağı yukarı aynı mesafede ortaya çıktı. Köpek takipte kararlı bu yolda, ısrarlı nedense. Yine yokuş bisikleti sağa bir insan kolu uzunluğu ve kalınlığında kırılıp kenara düşmüş çam dalının yanına çekiyorum. Köpeğin aklından kötü bir şey geçerse veya beni canını yakmış birine benzetirse benim de elimden bir şey gelsin. Bisikleti kendime siper yapar kendimi korurum diye düşünüyorum. Köpek yaklaşıyor ama öyle olmuyor. Benim hizamda yolun karşısından dili dışarda bana bakmadan sarkak adımlarla geçip gidiyor. Sibiryalı bile değil. Bildiğimiz bizim cins yerli köpeklerden. Düşünceli ve üzgün gözüküyor. Sanki sahibim beni buraya atıp kaçmadı bir yanlışlık olmuştur, ormana hava almaya ve oynamaya gelmiştik, bir az daha dayanayım bu yol şehre çıkacak galiba, beni görünce nasıl da sevinecek, ama öyle olmaz da beni görünce pis bir sırıtma veya yüz ekşitirse yazıklar olsun sana der yüzüne havlar çeker giderim der gibi şehre doğru gidiyor. Şimdi o benim önümde ara sıra göz ucuyla arakaya dönüp beni kolluyor.
Şehit ziyareti;
Askeri yasak bölge. (Tüfekli asker görüntüsü ve yabancı bir lisan. Forbidden zone.)
Tellere asılı ay yıldızlı bayrak.
Paslı bir ‘mezarlık’ yazılı tabela.
Eskimiş bir mermer taşı.
“Danişmendoğullarından ilk Türk şehit komutan Tur Hasan bey.” Eskiden Alemdağ’ın zirvesindeki radarın diğer tarafı; manzarası Boğaz’ı ve Avrupa yakasını görüyor. Zirveye yakın bir yamaç burası. Rüzgar daha kuvvetli esiyor.
Nöbetçi asker dikenli teller ve ağaçlar arasında görülüyor. Düşünceli adımlarla geniş alanda kısa mesafeli yürüyüşler yapıyor. Benim bisikletten inip askeri alana yaklaşmamı önemsemiyor. Bana da bakmamaya çalışıyor. Ellerimi kaldırıp şehidin ruhuna üç ihlas bir fatiha. Askerin eli tetikte; tüfeği göğsünden aşağı çapraz aslı, tüfeğinin dipçiği yukarıda namlusu yere bakıyor. Asker de öyle yüzü yere eğik. Yüzünden sanki dert, hasret ve geçmeyen zamanın verdiği hüzün akıyor. Bana yanaşmıyor el selamıma karşılık veriyor. Yasak diye mi gelip konuşmadı? İki kelam etmek isterdim.
Taşdelen mesireye ormanı bir kılıç darbesi gibi yaralayıp ikiye ayıran paralı 3. Köprü yolunun üzerindeki üst geçitten geçip yolun sonundaki oturaklara attım kendimi, kahvaltı burada nasip oldu. Fazla da kalamazdım burada üstüm başım fena çamur ve sağ ayağım ıslak.
Son bir işim kaldı. O da sırt çantamda beş litrelik boş su kabı var. Onu meşhur Taşdelen suyu ile doldurup eve dönmek. Su sıradan bir su mu? Şifa veren dile damağa bayram ettiren ab-ı hayat cinsinden.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı eserinin İstanbul’u anlattığı bölümünün başında şöyle başlar; “Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı: Çırçır, Karakulak, Şifa Suyu, Hünkar Suyu, Taşdelen, Sırmakeş…’’
Özetle kadının damadı Tanpınar’ın babasına İstanbul sularını sayınca iyileşiyor demiş.
İşte böyle bir su. Adı bile yeter şifa için.
Çeşmeye ilerlerken yolun hemen kenarındaki bir ağaca sincap atladı, yukarı fırladı ve gözden kayboldu.
Sincabı görünce işte bahar geldi dedim.
– SUAT SALTIK