Dağların yüreği yanıyor. Toprağın her gözeneğinden bir yangın habercisi gibi yükselen dumanların izahı başka ne olabilir ki? Hava ayaza çalmaya başlayacak. Soğuk, bacağındaki yırtıktan bir yılan gibi içeri giriyor, bir bıçak gibi ruhunu kesip geçiyordu adeta. Nefesi ciğerine batmaya başlamıştı iyiden iyiye. Bu dağ başına yerleşmek zamanında iyi bir fikirdi. ‘Hayatta kalmanın başka yolu yok muydu? Yoktu! Olsa b.k mu vardı bu tanrının unuttuğu yerde? Ne yapacaksın şimdi? Mesafe daraldı? Kaçacak yerin yok! Yok değil mi? Evet, yok!’
Elini parkasının cebinde dolaştırdı. Paketi bulur bulmaz duraksadı, bulunduğu noktadan geriye doğru baktı. ‘Hala susmadı silah sesleri! Acele et oğlum! Ya da bir sigara iç. Ne var sanki?’ Bir kaya parçasının üzerine oturdu. Birkaç derin nefes alıp yutkunduktan sonra çakmağı çaktı sigarasına. Ciğerindeki sıcak hava ile karışan duman daha bir güçlü çıktı ağzından. “Yavaş ol ulan yerin belli olacak! Hıh! Hala işin gırgırındasın oğlum Hidayet!” Bu son söylediğini müstehzi bir gülümseme eşliğinde ve yüksek sesle söylemişti. “Hidayet! Hidayet! Benim adım Hidayet mi şimdi?” Birden yabancılaştı kendine. Kendi ismini anlamlandırmakta, kendisine neden Hidayet denildiğini kavramakta zorlandı. ‘Gerçi çok zamandır bana adımla seslenen de yok! Oğlum bana ‘baba’ der. Karım ise ‘Bey’. Sahi, ben ‘Bey’ miyim? Öyle ya! Bana ‘Bey’ demesini karımdan özellikle istemiştim. Niye? Ha, evet, anam da babama ‘Bey’ derdi. ‘Bey…’ Ne havalı kelime! Acaba karım bana Bey demese, çıkar mıydım bu dağ başına? Çıkmazdım anasını satayım!’
Sigara azalıyordu. ‘Rüzgâr benden çok içti ha!’ Birden suratı düştü. Avurtları gerildi, gözleri buğulandı. “Nasıl olacak be Hidayet? Senin ben geçmişini s…m Hidayet! Olmasan da olurdu. Kıyılır mı o yavruya? Sen nasıl bir adamsın?” ’Adam mıyım ki ben? ‘Adam değil misin? Baban sana hep “eşşek kadar adam oldun” derdi de, sen “adam kadar eşşek olmaktansa, eşşek kadar adam olmak evladır” demez miydin? Senin beylik laflarını s….m Hidayet! Hadi görelim adamlığını şimdi!’
İzmariti ayaklarının dibine bıraktı. Eskiden basıp söndürür, toprağa gömmeye özen gösterirdi. Geride iz bırakmamak gerekiyordu. Şimdi bunu yapmadı. ‘Kim görecekse görsün a…a k..m! Birazdan gelip yetişirler zaten i.neler! Ne istiyorlar bizden? Onlar Hidayete ermeden, sen hidayete ermelisin oğlum! Kalk bakalım.’
Elleriyle dizlerini destekleyerek dikildi. ‘Buradan son kez bakıyorsun aşağıdaki vadiye oğlum Hidayet! Babanın eşeksırtında sap taşıdığı yola, eğilip su içtiğin gözeye, senin çocukluğunu bilen şu ormana son kez bakıyorsun! Adını bilen herkes gitti. Sıra senin sıran. Kalk, var yürü.’ Elmacık kemiğinden süzülen bir damla yaş sakallarının arasına inip kayboldu. Mantar topladığı tepelere, yarısı kuruyan ahlat ağacına son kez baktı. Sis, tepedeki kayalıkları bir gelinlik gibi örttü. ‘Hayır, bir kefen gibi. Kefen… Bizi örtecek kefen bile yok. Ben oğluma nasıl kefen giydireyim?’
Yürüdü. Kulübenin bacasından inceden bir duman yükselip sise karışıyordu. Ayağının tabanına epeyce çamur yapışmıştı. Kenardaki taşa sürtüp temizledi. Boğuk boğuk silah sesleri geliyordu uzaktan. ‘Gidecek başka yerin yok oğlum Hidayet! Anasını satayım böyle işin! Elini yumruk yapıp kapıya üç kere vurdu. Her vuruşu ilkine göre daha güçsüzdü. “Açmayın avradını sattığımın kapısını! Açmayın sakın.”
Kapı cızırdayarak aralandı. Menteşelerde yüz yıllık bir yorgunluk, belki bin yıllık bir ölmüşlük vardı. Hırpani bir gölge gibi dikildi kapıya. Sobanın sıcaklığı yüzünü şefkatli bir el gibi okşadı. “Hoş geldin Bey! Ne haber?” (Hoş mu geldin Hidayet? Pe…nk Hidayet!) ” Baba! Nerde kaldın?” Bacağına sarılıp boynu tutulurcasına yukarı bakan çocuk oğluydu. ‘Osmanım!’(Dur söyleme. Söyledikçe zorlaşır.) Eliyle, oğlunun dirseğinden tutup ayırdı bacağından çocuğu. “Ne oldu Bey? Niye susuyorsun? Kötü bir şey mi var? Silah sesleri çok yakından geliyor!” “Yer kalmadı artık Hanım.” ‘Hanım mı?’ Hiç böyle seslenmezdi karısına. “Hiç yer kalmadı bu sefer! Buraya kadar!” Karısı ıslanan gözleriyle titrek titrek baktı yüzüne. Oğlu kaynayan demlikten sobanın üzerine düşen damlaları seyrediyordu. ‘Çocuk işte! Çocuk ne bilir savaşı? Çocuk nasıl ölür ki? Sahi bir çocuk nasıl ölür?’ İlk kez aklından geçirmiyordu bunu. Lakin ilk kez oğluna bakarak düşünüyordu bir çocuğun ölümünü.
“Ne yapacağız peki?” diye sordu karısı. Cevabını çoktandır bildiği bir soruyu boşluğa bırakıverdi. Soru bir süre odada dolaştı. Buğulanan pencereye, kütürdeyen sobaya, kirli yün döşeğe dokundu ve muhatabına ulaştı. “Konuştuğumuz gibi yapacağız! Mecburuz. Konuştuğumuz gibi!”
“Osman?” Osman bir kedi gibi kıvrıldı, kafasını omuzlarının arasına alıp gülümsedi. “Gel Osman!” Osman geldi. Oturdu babasının dizlerine. Babası oğlunun saçlarını öptü, kokladı. “Gidip tuzağı kontrol et oğlum, bakalım keklik düşmüş mü?” Osman heyecanla kalktı babasının dizlerinden. Anası gülümseyerek baktı oğlunun peşinden. “Vaktimiz dar Hanım! Uzat kolunu, bu iş bitsin.” Kadın, tereddüt etmeden sıyırdı kazağının kolunu. Duvardaki raftan şırıngayı ve zehri aldı Hidayet. “Seni çok sevdim, biliyorsun!” “Biliyorum”, dedi kadın. “O yüzden korkmuyorum. Ama Osman’ın canını yakma olur mu?” “Benim canım öylesine yanacak ki, ona acı kalmayacak dünyada, sen merak etme. Seni seviyorum.” İğneyi karısının koluna batırıp usul usul zerk etti damarlarına zehri. Kadın, yün döşeğe uzanıp gözlerini kapadı. Son kez öptü alnından karısının.
“Baba, tuzağa iki keklik düşmüş!” Gelen Osman’dı. “Gel Osman”. “ Annem uyudu mu?” “Uyudu oğlum”. “Silah sesleri ne baba?” “Avcılardır oğlum. Gel sen de uyu biraz”. “Uykum yok ki!” “Olsun, gel annenle beraber uyu. Ben annene uyku ilacı verdim. Düşünde çok güzel şeyler görecek birazdan. Sen de o düşleri görmek istemez misin?” “ Ne görecekmiş ki?” “Neler görmeyecek ki? Atlar, çiçekler, kuşlar… Yemyeşil kırlarda birlikte koştuğumuzu, gülüp eğlendiğimizi görecek. Baharı görecek düşlerinde. Hadi gel!” Dudağını ısırdı. Çocuk ikna olmuş gibiydi, anasının yanına ilişti. “Sana da aynı ilaçtan vereceğim Osman. Kolunu uzat.” Osman, korkmaması gerektiğini öğrenmişti babasından. Bir defasında içmesi gereken ilacı içmediğinde annesi yakınmış, Hidayet de şişeyi kafasına dikip boş şişeyi oğlunun önüne bırakmıştı. O gün anlamıştı babasına itiraz etmemesi gerektiğini. Uzattı kolunu. Hidayet, iğneyi çocuğun koluna batırdı. Yüzüne bakmak istemedi. Osman’ın yüzünde acıdan eser yoktu. “Hadi yum gözlerini oğlum.” Öptü oğlunu sıcacık alnından.
Bu dünya soğuyacak… Diyen şairin sözleri geldi aklına. Bu alın, bu yanaklar, bu eller soğuyacak diye geçirdi içinden. Oğluna ve karısına dokundu. İkisi de artık soğumuştu. Damarlarındaki kan çekilmiş, masum ruhları bilinmez bir diyara doğru yola koyulmuştu.
‘Hiçbir anne görmemeli oğlunun öldüğünü. Hiçbir oğul değmemeli anasının ölmüş tenine. Sıra sende Hidayet! Vakit bu vakittir. Ne varsa gördün, ne acı varsa duyumsadın. Geriye ne kaldı ki? Geriye bu lanet olası savaşın bir kurbanı olmamak kaldı! Oğlunu ve karını düşmana vermedin, esir etmedin. Kimseyi öldürmek için kalkıp savaşmadın. Çember daraldı. Kendini de verme. Dünyadan öyle bir sil ki kendini, Hidayet kimdi, kimse bilmesin!’
İki yıldır kaçıyordu savaştan. Oğlu ve karısıyla bir dağ kulübesinde gizleniyor, hayatta kalmaya çalışıyordu. Savaşın biteceği yoktu. Karısına evlenme teklif etmeden, “Benimle intihar eder misin?” Diye sormuştu. Kadının gözbebekleri onulmaz bir hayretle büyüse de, “Ederim” demişti. Öylece evlenmişlerdi. Savaş çıkınca tek varlıklarını, Osman’ı alıp gelmişlerdi bu kulübeye. “Bizim köy nasıl olsa! Karış karış bilirim dağlarını” demişti. Ne ki savaşın biteceği yoktu. İşte karısını ve oğlunu kendi elleriyle öldürmüştü sonunda. Bir sigara daha içti başuçlarında, salya sümük ağladı ve o da yanlarına uzandı.
…
Saatler sonra bir grup asker geldi. Bir kulübe yanıyordu. Yetkili olan asker, diğerlerine etrafı kolaçan etmelerini emretti. Kendisi kulübede birisi olup olmadığını, kulübenin nasıl yanmış olabileceğini düşündü bir müddet. Düşüncelerini bir askerin sesi böldü, “Efendim, bir tuzak buldum, içinde iki keklik var.” “Keklikler canlı mı?” “Canlı Efendim.” “Keklikleri çıkarın, gidiyoruz.”
– Süleyman DEMİR