“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizesini ve ardından gelen dizeleri yazan Yahya Kemal’in baktığı tepelerden ilki olan birinci tepeye ben de bakma fırsatı buldum. Ve tepeyi büyüleyen o yaşlı hanım gözüme çarptı: Ayasofya. Tüm mabetlerin mabedi, zamanının kraliçesi olan bu yapı iki kişi tarafından İsidoros ve Antheminos adlı mimarlar tarafından 537 senesinde tamamlanmıştır. Hem inşaattan önce hem inşaat sırasında ve sonrasında yaşanan olaylarla tarihin tozlu sayfalarında ter tutma şansına erişmiştir. Mimar kimliklerinin yanında geometri bilgileri de üst düzeyde olan bu kişiler tarafından yapılan, adeta tüm ağırlığıyla ve kudretiyle meydan okuyan kubbe muazzam bir şekilde ayakta durmaktadır.

            Elbette bu ibadethane sadece bir ibadet yeri olsun diye yapılmış bir yer değildi. İktidarını eline alır almaz kendini iç karışıklıkların içinde bulan Justinyen 532 senesinde çıkan “Nika” ayaklanmasını çok kanlı bir biçimde bastırmak suretiyle sükûneti sağlamıştı. Fakat isyanı kılıç darbeleriyle bastırsa da halk nezdinde iktidarını perçinlemek ve Nika ayaklanmasında eline bulanan binlerce kişinin kanını temizlemek için böyle bir yapıyı inşa ettirmesi kuvvetle muhtemeldir. Ayasofya ne kadar muazzam bir yapıysa onun yapım aşamasında da muazzam zorluklar yaşanmıştır. Yapının inşasının en kısa sürede bitmesini isteyen Justinyen bu inşaat için 10 bin askerini görevlendirmiş ve hiçbir masraftan kaçınmamıştı.

            Ayasofya’yı büyük ve ihtişamlı bir mabet yapan elbette sadece kubbesinin yüksekliği yahut kapladığı alandan dolayı değildi. Yukarıda da belirttiğim gibi Ayasofya’nın tamamlanması için imparatorun çok kısa bir zaman tanıması inşaatın çok hızlı ilerleme mecburiyetinde bırakmış ve neticesinde açıldıktan belli süre sonra problemler oluşmasına sebep olmuştur. İşte bu zorluklardan biri de sütun problemiydi. Sütunlar için mermerleri oymaya zaman yoktu bu yüzden mimarlar hazır sütunları kullanmak mecburiyetinde kaldı. Eğer Ayasofya ziyaret edilirse sütunların birbirinden farklı yapılarda olduğu belli olacaktır. İşte bu sütunlar Bizans’ın hâkim olduğu topraklardan getirilen öyle alelade sütunlar değildi. Efes’ten, Artemis tapınağından getirilen sütun eski Yunan’ın tüm ihtişamını üzerinde taşıyordu. Mısır’dan, Güneş tapınağından getirilen sütun Mısır’ın medeniyetini ve Lübnan’dan, Baalbek’ten getirilen sütun da Mezopotamya’nın bereketini ardından getirip bu muazzam yapının içerisinde yerini alıyordu. İşte bu sütunları sıfırdan yapmak yerine çeşitli yerlerden getirilmesi kararı Ayasofya’yı tarihin belirli zamanlarında dünyaya hükmetmiş medeniyetlerinin üzerinde yükseltilmesine vesile oluyordu.

            Yazının başlığında belirttiğim üzere iki semavi dinin merkezi olan bu yapının, bir de İstanbul’un fethiyle beraber fethin sembolü olması hasebiyle Osmanlılar ve İslam coğrafyası açısından önemli bir yeri vardı. Fatih şehri fethettikten sonra ilk cuma namazını burada kılmıştır. Yüksek kültür sahibi ve anlayışa sahip olan Fatih Hristiyanların 916 sene kilise olarak kullandığı bu yapıya zarar vermemiş ve zarar vermeye çalışan askerlerine de mâni olmuştur. Ve ardından gelen padişahlar da yapının zarar görmesini önlemek amacıyla birçok kez tamiratta bulunmuş ki bunların en mühimi ve bu yapının günümüze kadar gelmesini sağlayan en kapsamlı restorasyonu yapan Mimarbaşı Koca Sinan’dır. Kendisi bir deha olan Mimar Sinan kubbenin ağırlığından çatlayan duvarlara destek yaparak belki de bir kültür mirasının yok olmasını önlemiştir. İstanbul’un meşhur depremleri birçok kereler bu yapıya zarar vermiş ve hatta yapımından 20 yıl sonra, kubbe bir deprem sırasında çökmüştü. Ardından İlk mimarla aynı ismi taşıyan yeğen İsidoros tarafından tekrar inşa edilmiştir. Lakin İstanbul depremlerinde zarar görerek yine çökme noktasına gelmiş olan bu yaşlı yapı, büyük bir şans eseri bir dehanın kucağına düşmüş ve adeta yeniden hayata tutunup varlığını devam ettirmişti.

            Ayasofya, hakkında o kadar çok şey yazılabilecek hikayeler ve olaylar barındırıyor ki bu sınırlı sayfa sayısına bağlı olan fâni kulun kaleminin mürekkebi buna yetmeyebilir. Fakat son birkaç efsunlu cümle sarf etmek gerekirse o da Ayasofya’nın rengi ve uyandırdığı his olacaktır. Orijinal rengi hakkında birçok tartışma yapılmış, birçok iddia ortaya atılmıştır. Fakat benim Ayasofya’nın önünde onu seyredip ardından gözlerimi kapattıktan sonra hissettirdikleri tarihi gerçeklerle uyuşmaz belki ama, kalbimin gerçekleriyle birebir örtüşür. İşte benim renk hikayem de Ayasofya önünde gözlerimi kapamamla başlıyor.

İşçiler Ayasofya’nın inşaatına gelmeden önce, şafak vakti doğan güneşin kızıllığından birkaç damla süzülüyor Ayasofya’nın üzerine, yavaş yavaş kaplıyor tüm bedenini. Ardından bir akşamüstünde buluyorum kendimi. Hava kararmak üzere. İşçiler işi bırakmış. Ertesi gün devam edecekler. Güneş yavaş yavaş elini ayağını çekiyor Ayasofya’nın üzerinden. Bütün gün boyunca yükselişini izlediği bu mabetten ayrılma vakti. Akşamın kızıllığı ve ayrılığın hüzün dolu gözyaşları damlıyor gök kubbeden Ayasofya’nın üzerine. Beş sene boyunca her gün süren kavuşmanın ve ayrılığın gözyaşları; nice kanlı ihtilaller, savaşlar, hastalıklar, depremler ve yangınlar geçiren bu yaşlı hanımefendinin rengini gözlerimde oluşturuyor.

 

– Bahadır GÜNSÜR

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: