Dört duvar arasında çürümeye bırakılmış birinin en zoruna giden şey dışarda hayatın tüm hızıyla devam ettiğini bilmektir. Ama bundan da acı olanı bu yaşamı duymak, küçük telli pencerenden şahit olmak ama yaşayamamaktır. Ve Allah’ın cezası bahar günlerinde, doğa tüm gürültüsüyle uyanırken siz bunu duymazdan gelemiyorsunuz. 

Eğer tutsaksanız ve yakın zamanda bir çıkış yolu da görünmüyorsa size dışarıyı hatırlatacak her şey tarifsiz acı veriyor. Mesela pırıl pırıl güneşli bir bahar sabahı veya polenlerini döken yemyeşil bir kavak ağacı.

Ben buradayım. Topraktan, havadan, güneşten ve tüm kavak ağaçlarından koparıldım ve unutulup çürümeye mahkûm edildim. Bahara olan öfkem de bu yüzden. Bir kış günü parmaklıklı penceremden ayaz uğuldarken özgür sokakların hasreti neyse de bir bahar günü hücreme baygın hanımeli kokularına karışarak gelen sesler tutsaklığımı ve dışarıdaki hayatın güzelliğini yüzüme, içime vuruyor. Ve bu  zamanlarda aklımda yalnızca özgür olmak fikri dolaşıyor.

Ne zaman elimdeki kitabı okumaya ya da sıvası griye dönmüş tavanı seyre dalsam ve dışarıdaki hayatı  unutsam,güneyden henüz gelmiş bir kuş, pencereme konuyor ve kovana kadar denizlerin maviliğini, gördüğü uzak memleketleri anlatmaya başlıyor. Kovduğum tüm düşünceler de geri dönüyor haliyle. Ve kuşu kovsam bile aklıma geri hücum eden özgürlük fikri…İşte onu kovamıyorum.

 

Kuş sesleri bitse başka sesleri duymaya başlıyorum zaten. Kimi zaman neşeli bir çocuk sesi, kimi zaman hem havanın hem aşklarının tadını çıkaran sevgililerin sesi, bana bu küçücük hücrede, ne kadar yalnız olduğumu hatırlatıyor.  

Ve en acısı da koparıldığım biricik  sevgilim geliyor aklıma. Onu sevdiğimi ilk kez söylediğim zamandan ilk öpüşüme kadar…Yaşadığımız her şeyi tekrar tekrar hatırlıyorum. 

En son, iki yıl önce görmüştüm onu. Kavuşmaların ayıydı. Hazirandı.  Terk etti beni. Ağlayarak müebbet hapis almış bir sevgiliyi daha fazla  bekleyemeyeceğini söylüyordu. Oysa dışardayken ölene kadar birbirimizden ayrılmayacağımıza söz vermiştik. Şimdi o parmaklıklar ardındaki sevgilisine veda etmişti. Sözünü tutamayıp  yalnız ve tutsak bir adamı terk etmenin suçluluğu altında ezildiğini görebiliyordum. Aslında tutmuştu sözünü çünkü hâkim hükmümü verdiği andan itibaren bir ölüydüm zaten. Bu yüzden suçlamıyorum onu.

Ama kabul etmeliyim ki beni terk ettiğinden beri bu hapis işi çok daha dayanılmaz hale geldi. Ve ben geç olsa da anladım ki o, düşünmekten suçlu bulunmuş bu adam için sadece bir sevgili değildi. O, dış dünyaya olan tek penceremdi benim.

Anadolu’nun mor dağlarının serin kokusunu alırdım saçlarında. Bir gelinciğin yaprakları gibi yumuşacıktı elleri. Ama  en çok gözlerini özlüyorum. Alabildiğine geniş ve çimenli bir çayır gibi yemyeşil gözlerine bakmak benim için o çayırlarda koşmaya bedeldi.

Ama bu mevsime olan nefret ve korkumun  asıl sebebi ne ayrıldığım sevgilim ne de içeride olmaktan duyduğum sıkıntı. Asıl sebep, zaten buraya düşme nedenim olan yazma alışkanlığım. Bu havada yine nüksediyor. Suçsuzluğumu, yalnızlığımı, hasretimi, yazmak ihtiyacımı tüm bedeninde hissediyorum. Ve tüm kaçışlarıma rağmen kendimi yine ölüm fermanlarımı mısra mısra defterime yazarken buluyorum. 

Şimdi iyice anlıyorum ki bugün hâlâ burada dört duvar arasındaysam sebebi yine bu mevsimin serin akşamları. Orhan Veli’ye gönülden katılıyorum şimdilerde…

“Beni bu güzel havalar mahvetti! ”

 

– Esra DEMİR

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: