“Mâzi. Ne uzun kelime… Yılların birikimini iki heceye sığdırmak, akıl kârı mı hiç ?” diye düşündü yaşlı adam siyah-beyaz kartlara basılmış fotoğraf karelerine bakıp iç çekerken…
En ufak bir taşkınlık,abartılı çığlıklar yoktu odada, hıçkırıklar düğümlenmişti boğazında. Gelen her hıçkırığı geri yutmak, böyle bir alışkanlığa sebep olmuştu yıllar sonra. Sadece iç çekişleri ve hırıltılı nefesi duyuluyor, bastırılmış tüm duyguların, sitemlerin, figanların yerini tutan gözyaşları bu sefer kendini bırakmamaya ant içiyordu.
Mavi damarları artık iyice belirginleşmiş elleri, fotoğrafları kavramaya çalışırken her zamankinden daha fazla titredi ve nefesi her zamankinden daha fazla hırıldadı.
Denedi; ama susturamadı içindeki sesleri, gözyaşlarına yenik düşmüştü yine. Yetmiyordu bu yaşlar yüreğindeki alevin dinmesine. Yetmiş yılın gözlerindeki halkalarda dönüp dolanıp düşüncelerine misafir olmasına dayanamıyordu artık. Ağlamayacağına binlerce kez yeminler ediyor, ama her seferinde yaşlarını her daim salıvermeye hazır dolu gözlerinin ettiği yeminleri bozması daha az zaman alıyordu.
Artık, bu bitmek tükenmek bilmeyen hengamenin içinde kendi dakikalarını kendisi sayıyordu. Yapayalnızdı. Ne başında elini tutan eşi ne de bir köşede gizli gizli ağlayan çocukları vardı. Kimsesi yoktu bu küçük emektar kulübesinden başka. Bir gün gelecekleri umuduyla, her an dış kapının gıcırdamasını biçare bir şekilde beklemişti oysaki yarı sağır kulakları.
Kulaklarının ne kadar sağırlaştığını bile bastonuyla -tam on yıldır ona destek olan tek dostu, baba yadigarı, işlemelerinin arasında kirlerin katranlaştığı koyu kahverengi baston- mahalle aralarında turlarken, haşarı çocuk seslerini her geçen gün daha zayıf işitmesinden anlardı.
Yetmiş yıllık bir hikayenin son satırlarındaydı belli ki. Sanki yazılan her kelime, her harf, hırıltılı nefesini daha çok kesiyordu. Her harf, her kelime aleyhine işliyordu ya da lehine.. Kısa bir süreliğine ikilemde kalmıştı ama bu kararsız hali fazla sürmedi. Lehineydi mürekkep kokusu sinmiş saman kağıtlarına işlenen her harf… Tüm sayfaları yüreğindeki alev ile tutuşturmak geçerdi hep içinden ama elinde değildi bu. O ölmeye razıydı. Bu dünyada ölmekten daha katlanılmaz olan şeylerin olduğunu tecrübe etmişti yeterince. Zaten şimdi yaşamak ölmeye çabalamaktan ibaret bir şey gibiydi. Ve ölümü beklemek de yoruyordu onu.
Bazen gülen, çoğu zaman ağlayan seven, sevilen, özleyen, bekleyen, önce çok olan sonra her saniyesinde teker teker azalan,t erk edilen, yitirdiği her nefesten sonra kendisinin de bir gün yitip gideceğini teselli olarak kabul eden bu yorgun bedeni, şimdi beyaz demirli mavi minderi aşınmış iskemlede seriliydi.
Uzun, ince ve hiç ısınmayan parmakları şimdi de titreyerek başka bir fotoğrafa uzanmıştı. Bu fotoğraf elli yıl öncesinde, ömrünü başka bir ömür ile birleştirdiği günün bu zamana gelebilen tek fotoğrafıydı. Düğün için hazırlanmış kumral saçlarının bukleleri omuzlarına dökülmüştü. Duvağı oturduğu sandalyeden yere değecek kadar uzundu. Alnındaki ince motifli danteller teninde kamufle oluyordu. Ve saldalyenin hemen arkasında duran genç adamın takındığı tebessüm şimdiye kadar olanların en sahicisiydi.
“Seni seviyorum.” demek için aralandı dudakları ama yerdeki hamam böcekleri duymadı bu sesi, bir sayıklama olarak hapsoldu içine.
Bir an fotoğrafın arkasına atılmış italik yazıyı gördü ezbere bir şekilde, gözlerinin durumu bu yazıları okuyacak kadar sağlıklı değildi çünkü. Gözlerinin seçemediği yazıları darmadağın olmuş zihnini biraz zorlayarak hatırladı. Farsça bir şarkının sözleri olacaktı bu küçük dörtlük. O’nun gidişiyle yer bulmuştu bu fotoğrafın arkasında..
“Ey giden kişi, kendinle kırılan kalbimi de götürseydin keşke,
Sen benim cismimi fırtınaya bıraktın.
Ey defterime iptal mührünü basan,
Senden sonra neler gelmedi ki başıma..”
Bu şarkıyı ilk ondan duymuştu. Yumuşak sesiyle kendisi için söylemişti bu şarkıyı. Şarkı O söylüyormuşçasına çalındı kulaklarında, gözleri bir noktaya sabitleyerek gözlerinin önünde beliren yüzünü izledi. İki damla yaşın yüreğinin ona en yabancı, en kuytu köşesinden ağır ağır bir sancıyla koptuğunu kirpiklerinden düşmeden önce hissetmişti. Yüreğinden gözlerine nüksediyordu şimdi tüm hatıralar ve yanaklarından süzülen damlalar tek tek bu fotoğraf kağıdına damlıyordu. Fotoğrafın ıslandığı yerleri elleriyle yokladı yaşlı adam, onca acının sığdırıldığı bu damlaların düştüğü yerleri aşındırmamasına hayret etti.
Sol tarafında hissettiği sızı her zamankinden daha keskindi. Kendini zorlayarak elini göğsüne taşıdı. Nefes almakta daha önce hiç bu kadar zorlanmamıştı. Diğer elini asker yeşili hırkasının cebine atıp bozuk paralarının ve işlemeli mendilinin yanındaki ilaç kapsüllerinin yokladı. İlaçlarının üç gün önce bittiği aklına henüz gelmişti. Bakışlarını komodinin üzerindeki su bardağına taşıdı. Geçenlerde doldurduğu bardaktan bir damla bile eksilmemişti. Bardağın içindeki suyu görünce ağzındaki kuruluğu daha çok hissetti. Açlıktan ve susuzluktan çatlamış dudakları aralandı ama “su” hecesi dökülemedi dudaklarından. Gözleri ölü bir balığınkinden farksızdı şimdi. Çürümeye başlamış ölü bir balık.
Görüntü gittikçe karıncalanıyor, aldığı nefes ciğerlerine yetmiyordu. Havadaki tüm oksijeni ciğerlerine çekmek istemiş ama buna ne gücü ne de ciğerlerinin hacmi yetmişti. Beti benzi atalı çok zaman olmuştu zaten ama şu dakikalar daha bir matlaştı teni. Elleri her daim soğuk olan adamın şimdi tüm vücuduna bir serinlik yayılıyordu. Kurumuş dudaklarının kenarına, alnındaki çizgilerden daha derin ıstıraplı tebessüm ilişmişti, aynı ıstırap fersiz gözlerinde de vardı.
Yine bir terk ediş, yine bir ayrılık..
Her zaman terk edilen çaresiz bir insan rolünü oynamaya zorunlu olmuştu hayatta. Bu sefer payına terk eden olmak düşmüştü. Demir başlıklı karyolayı, mavi minderli iskemleyi ve basma perdelerin arkasında kurumuş menekşeyi terk ediyordu şimdi.
Göz kapaklarını tutmakta zorlanırken sonunda ölümün kollarına bıraktı kendini. Kucağındaki fotoğraflar, sancısı eksik olmayan dizlerinden aşağıya düşerken, ruhu da aynı sancıyla ayrıldı yetmiş yıllık meskeninden..
– Zeynep Hare Baş