Bir uçtan bir uca yayılan umarsız bedenini izledim. Bazen otların arasına karışıyor, bazen de tam tersi bir yöne dönerek yukarıda bulutların arasında gözden kayboluyordu. Şeffaf bedeni sürekli bir hareket halindeydi. Rüzgârı şarkısı yapmış bir uçtan bir uca dans ediyordu. Bir ben görüyordum bu büyülü dansı. Neydi böylesine kadrajıma takılan bu nesne ve neden beni seçmişti? Onda nasıl bir anlam okunabilirdi? Derin bir nefes aldım. Yoksa delirmiş miydim?
Büyük bir uğultu çıkararak tekrar gökyüzüne havalandı. Rüzgârın uğultusu havanın soğukluğu ile birleşince keskin bir bıçak gibi kesiyordu sanki bedenimi. Bu poşette beni çeken şey ne idi? Neden onca şey arasından onu seçmiştim? Köksüzlüğü müydü beni çeken? O an zamanın dışına taşan bir özgürlük gördüm onda, rüzgâra meydan okuyan bir dansçı edasıyla. Asıl cevap bu değildi. Poşet zamana direnmiyordu ya da rüzgâra. Çok fazla eylem içinde görünebilirdi ama hareket eden cansız bedeni tüm köksüzlüğü ile süzülüyordu. Cevabı bulduğumu düşündüm. Bulduğum cevap beni irkiltmişti. Hayatın içinden akıp gidiyordum. Bir poşet gibi şeffaftım hatta o kadar şeffaftım ki görünmüyordum. Görünmemenin avantajları da yok değildi elbette. Görünmeyecek kadar yok olduğunda insan görünenin içindeki görülmeyeni bütün şeffaflığı ile görebilirdi. Kim bilir bana köksüzlüğümü veren zamansızlıktı belki de. Zamanın içinde olmadığımdan bu zaman dedikleri kavramla yıldızım hiç barışmadı. Eğer yaşamak yemek yemek, osurmak ve sevişmekse pekâlâ bunu yapıyordum. Zamanın, sınırların ve olmam beklenen mekânın dışındaydım. Her şeyin dışında kalmış bir ben. Oysa çok bilinmeyenli denklemlerimin hayatımı oluşturduğu bu günlerde ben de herkes gibi kendi gerçeğimi arıyordum. Sokakta yürüdüğüm insanların dışındaydım. Konuştuğum güldüğüm, ağladığım insanların dışında. Ve belki de yattığım yatağın bile dışındaydım. Yaşıyordum ya da öyle sanıyordum. Yaşamak bu muydu? Yaşamak neye benzerdi? Hiç sormamıştım o güne kadar. O zamanda kadar yaşadığımı sandığım hayatımı defterimin sonuna eklediğim bir soru işareti değiştirecekti. Bir soru işareti beni uçsuz bucaksız denizlere götürecekti.
Denizler koca dünya da varlığımı sorgulamadığım tek yer. Köksüz ruhumun sıcacık hayat dolu eviydi. Sanki bütün eylemlerim içimde engin dalgalar ve kayaya vurup çarpan her dalga hareketiyle hayat buluyordu. Denize baktığımda deniz olurdum bende. Deniz içimden taşardı sanki dünyaya. Son kez havalandı poşet, giderek gözden kayboluyordu. Ben ise koca evrende anlamsızlık denizinde kalmıştım. Gittikçe gözden uzaklaşırken beni de katsın istedim dansına. Yok, olup gitmek, üzerimize yapışan bütün tanımlardan sıyrılmak. Tanımsızlığın içinde var olmak, sadeleşmekti istediğim. Birbirine eklenen kimliklerimin, yüzlerce tanımın arasında aradığım benliğim. Nerdesin? Paralellerin meridyenlerde kesiştiği dünya da bir tek ben miydim kendiyle kesişmeyen? Ruhumda yankılanan soruyla yürümeye devam ettim.
– Ecem Alpsoy
zamanın gerçekliği ve ruhunda oluşan dalga kıranların farkında olunmadığını mı? sanıyorsun