Edebiyata ruhunu ve kendini adamış her kadın minnettardır ona. Ki o, kadınlara yazmayı öğretmiş ilk cesur kadın yazarlardandır. Virginia Woolf, günümüz kadın yazarları kadar yazmanın kadınlar için bu denli kolay olduğu bir dönemde yaşamadı nitekim. Ciddi psikolojik baskılarla, ötekileştirmeler ve dışlanmalar eşliğinde yazdı, yazdılar ve dünyaya ve hafızalara güçlü ve başarılı kadın yazarlar olarak kazındılar. Her kadının, her kadın yazarın müteşekkir olduğu ruhtur Virginia Woolf. Bu satırlar ona selam olsun.
Güçlü, zengin ve şanslı bir ailede dünyaya geldi Virginia. Dönemin kadınlarına kıyasla daha az ötekileştirildi belki. Yazmak ve öğrenmek konusunda daha şanslıydı. Bilgili, yazmayı ve öğretmeyi seven bir babası vardı, ki en büyük şansı oydu belki. Yazmak için bolca imkanı ve en önemlisi “kendine ait bir oda”sı vardı. Ancak her kadın gibi, içinde bambaşka bir dünyası, içinde yaşattığı binlerce kadını vardı. İntihar girişimlerinin ve ruh sağlığının en büyük sebebi olan iç dünyası. Belki de yazarlığını besleyen en önemli şeydi delilikleri.
Kadınlara kitaplarında daima yazmalarını öğütlüyordu. Yazan bir kadını kimse susturamazdı neticede. Yazmak için tek şart gerekiyordu kadınlara, kendilerine ait bir oda. İşte burdan yola çıkarak kadınlara ellerindeki imkanı ve gücü göstermeyi hedefleyen kitabı “Kendine Ait Bir Oda” yı yazdı ve feminizm edebiyatı alanında önemli yapıtlardan birini oluşturdu. Kadın sadece sosyal hayatta ve iş hayatında değil, edebiyatta da yok sayılıyordu bu dönemlerde. Kadın, erkeğin gücü ve egemenliği altında yaşadığı, yazmak bir kenara yazmayı hayal dahi edemeyeceği dönemler gördü. İşte böyle bir dönemde aldı kalemi Virginia Woolf ve şu satırlara yer verdi kitabında;
“Dünya kadına , erkeklere dediği gibi, istiyorsan yaz, benim için fark etmez demiyordu. Nahoş bir kahkahayla şöyle diyordu: Yazmak mı? Yazmak senin neyine?
Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Yazmak da şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Ve kadınlar her zaman yoksul olmuştur.
Yazın kadınlar, yazın. Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın. Erkekler ne der diye düşünmeden yazın.”
Şüphesiz, dünya kurulalı beri, hak ve özgürlük alanları açısından, dünya üzerinde yaşamış tüm kadınlardan daha şanslıyız. Bundan birkaç on yıl yüz yıl sonra da gelecek dönem kadınları bizlerden daha şanslı olacak. İnanıyorum. Yeterli mi, elbette değil. Kadınların şartları ve hakları iyileşiyor, ancak tam anlamıyla asla “işte şimdi özgürüz” diyebileceğimiz bir dönem yaşamıyoruz. Ancak biliyordu Virginia, özgürlük verilmez, alınırdı. Bu nedenle kendinize ait o alanı yaratın diyordu kitaplarında.
Belki aile, mal varlığı ve entelektüel bir anne babaya sahip olma açısından şanslıydı Virginia. Ancak her şeyini bir bir kaybedecek, içine düştüğü büyük bunalım, onu ölümüne kadar yalnız bırakmayacaktı. Henüz 13 yaşındayken çok sevdiği annesinin ölümü onu derinden sarsmıştı. Belki de ruhunu ilk kaybedişleri bu döneme rastlar, çünkü henüz bu yaşlarda üvey abisi tarafından defalarca tacize uğrar. Bu onda, geri dönüşü olmayan derin yaralar bırakır. Yıllarca bu durumu kimseye anlatamaz, paylaşamaz Virginia. İlk hikayelerini bu yaşlarda yazar. Hatta öyle ki, babasının sayesinde hikayelerini dergilerde yayınlamaya bile başlar.
18 yaşına geldiğinde küçük kız kardeşinin ani ölümüyle sarsıldı. Ve bu ölüm özellikle babasını etkiledi. Yaşayan bir ölüden farksızdı artık. Bundan dört yıl sonra, babası da ölünce, sevdiği herkesi kaybetmişti Virginia. Babasına çok bağlıydı. Bu kayıplar onu sarsmıştı ve ilk kez o zaman intihara kalkıştı, ancak bu son olmayacaktı. Aslında intihardan çok bir çığlıktı belki, haliyle ölmedi. Çünkü atladığı pencere zemine çok yakındı.
Aşkları, sevdiği adamlar, sevdiği kadınlar. Karmakarışıktı. Kısa bir nişanlılık dönemi yaşadı. Ve bir dönem yasak aşkın pençesine düştü. Üvey kız kardeşlerinden bir diğeri olan Vanessa’nın kocasıyla bir ilişki yaşamaya başlamıştı. Bu ilişki onu delirtiyor, içini yakıp kavuruyordu. Bir yandan suçluluk psikolojisi, bir yandan içinde bulunduğu çelişkiler kemiriyordu ruhunu. Vanessa bu ilişkiyi öğrendiğinde Virginia’ya o kadar da kızmadı, çünkü hasta olduğunu düşünüyordu ve doktorunun tavsiyesiyle onun bir bakımevine gönderilmesini sağladı. Virgina bir dönem kadın yazar Vita ile de ilişki yaşamıştı, ve Orlando adlı kitabını Vita için yazdığını saklamamıştı.
Virginia bu bakımevine dördüncü kez gönderildiğinde, evlilik teklifi aldığının hemen ertesiydi. Leonard Woolf sıradan bir devlet memuruydu ve Virginia’nın başına gelen belki de en güzel şeydi. Virginia onu gerçekten sevmiyordu, ve bunu Leonard biliyordu ancak onun için bu o kadar da önemli değildi. Hayatı boyunca Virginia’nın yanında olmuş, onu en derin sancılarında ve ruhsal dağınıklıklarında yalnız bırakmamış, ona hep neyin iyi geleceğini bilmiş ve tüm bunalımlarından kurtarmaya çalışmıştı. Leonard Virginia için bir basım evi kurdu, kitapları orda basılıyordu artık. Yazmak Virginia’ya iyi gelen ve düşünmesini engelleyen tek şeydi. Leonard bunu biliyordu ve yazması için tüm ortamı hazırlıyordu ona.
Henüz evliliklerinin birinci yılında ikinci kez intihara kalkıştı Virginia. Bu sefer ki daha ağırdı, evdeki tüm ilaçları içmişti ve gözünü Virginia’nın üzerinden ayırmayan Leonard, bir doktor arkadaşıyla tam zamanında yetişmişti.
Tüm bu delirmelerin ve ruhsal çöküşlerin ardından Leonard, Virginia’yı alıp uzaklara götürdü, bahçeli bir eve, bir ırmak kenarına taşındılar. Virgina gerçekten de burda daha huzurlu görünmeye başladı, sürekli yazıyordu. Ancak böyle bir ruhun, intihara meyilli böyle bir kadının nasıl öleceği başından belliydi.
20 Mart 1941’de üvey kız kardeşi Vanessa’dan bir mektup almıştı Virgina. Bu dönem II.Dünya Savaşı dönemiydi ve kız kardeşi bu mektupta en azından bu dönemde delirmemesini, Leonard’ı daha fazla uğraştırmamasını öğütlemişti. Belki kötü niyetle yazılan bir mektup değildi, ancak oldukça ince bir ruha sahip olan bir kadının içinde neleri uyandırdığı veya neler yarattığını bilemezdi.
28 Mart Cuma günü, Leonard bahçeyle ilgilenirken Virgina ırmağa doğru yürüyüşe çıktı. Ceketinin ceplerini taşlarla doldurdu ve kendini suya bıraktı. Leonard öğle yemeği için eve döndüğünde, masada intihar mektubunu buldu. Irmağa koştu ancak geç kalmıştı. Cesedi üç gün sonra çayırda oynayan çocuklar tarafından bulunmuştu. Bu ölüm Leonard için tarif edilemez bir acıydı. Evin yakınında bir mezar yaptı onun için ve mezar taşına “Dalgalar” kitabından bir cümle yazdı;
“Kendimi sana doğru savuracağım, yenilmeksizin ve boyun eğmeden, ey ölüm!”
Bir kadın geçti Edebiyattan. Yeri doldurulamayacak ve yeni ufuklar açan. Yazdıklarıyla, acı çeken ruhuyla, karışıklıklarıyla ve aşklarıyla. Her kadın gibi. Her kadını temsilen. İyi ki vardı. Geriye okudukça güçlendiğimiz kitaplar bıraktı. Ve bir de bir intihar mektubu. Leonard’a, onun içini acıtan ve belki de hayatı boyunca söyleyemediği, ama ölürken ona borcunu öder gibi yazdığı o satırlar. Okurken acıyan kalbimiz ise, ona bir saygı duruşudur.
“En sevdiğim,
Yine delirecekmişim, bu korkunç günleri atlatamayacakmışız gibi hissediyorum. Ve sanki giden zamanı geri çeviremeyeceğim. Sesler duymaya başlıyorum ve konsantre olamıyorum. Bu yüzden yapmam gereken şeyi yapıyorum. Bana verebileceğin en büyük mutluluğu verdin. Kimsenin yapamayacağı şeyleri yaptın. İki insanın birlikte daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Ben artık savaşamayacağım. Biliyorum, senin hayatını mahvediyorum, bensiz daha mutlu olacaksın. Görüyorsun bu mektubu bile doğru düzgün yazamıyorum. Okuyamıyorum. Hayatımdaki bütün mutluluğu sana borçlu olduğumu bilmeni istiyorum. Aslında herkes biliyor. Eğer biri beni bu durumdan kurtarabilecek olsaydı, bu sen olurdun. Her şey beni terk edip gitti ama senin iyiliğin hep benimle kaldı. Artık senin hayatını mahvetmeyeceğim. Kimse seninle mutlu olduğumuz kadar mutlu olamazdı..”
– Aslı Raufoğlu