Ayvalık’taki yazlığımda her öğle vakti -13.00/15.00 arası- uyuduğum gibi salonda uyuyorum. Daha önce hiç hissetmediğim bir karamsarlıkla uyandım. O daracık kanepenin üstünde bir sağa bir sola dönüyorum, televizyona bakıyorum ama yok, olmuyor! Bir türlü bu karamsarlığımı nedenselleştiremiyordum. O anda üst kattan gelen elektrik süpürgesinin sesiyle irkildim. Kardeşim Ezgi bir yere gideceğini söylemişti. Acaba ne oldu da gitmedi? Seslendim:
-Ezgi!
Süpürgeyi kapattı ve bıkkın bir sesle;
-Ne var! Diye cevap verdi.
Anlaşılan gitmemiş, hatta bu duruma bayağı canı sıkılmış gibiydi. Yoksa bana bu kadar kabaca bağırmazdı. Normalde sert mizaçlı bir insan olduğumu bilir ve bana saygısızlık etmekten imtina ederdi. Yattığım yerden kalktım ve merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başladım. Merdivenlerde çamurlu ayak izlerini gördüğümde kan beynime sıçradı adeta! Biz eve ayakkabılarla girmeyiz. Eve ben ve Ezgi’den başka kim girebilir ki? Koşmaya başladım ve Ezgi’nin odasının önüne geldim, kapı açıktı. Ağlıyordu. Üstü başı çamur olmuştu. Saçlarını kendi elleriyle şimdi kesmiş, süpürgeyle de kesilen saçlarını temizliyordu. Taş kesildim! Nesi vardı bunun? Süpürgenin fişini çektim ve söylenmeye başladım:
-Ne yaptığını zannediyorsun, bu ne hal böyle!
Yatağının üstüne oturdu ve cevap verdi:
-Ağabey lütfen sonra konuşalım olur mu?
Bunu kabul etmem mümkün değildi. Ezgi’yi daha önce bu şekilde görmemiştim. Ezgi pısırıktır biraz ama her zaman neşelidir en nihayetinde. Bu durumun çok farklı olduğu aşikardı. Muhakkak bunu hemen öğrenmeliydim. Tekrar sordum:
-Ezgi ne oldu çabuk söyler misin?
Yüzündeki o asabiyet bir anda korkuya dönüşmüştü, kısık bir sesle “Öldürdüm.” diye cevap verdi. İyice sinirlenmiştim;
-Ne yaptın, ne yaptın sen? Şunu düzgünce anlat!
Anlatmaya başladı:
-Emre! Her şey onun yüzünden oldu. Sekiz yıllık birlikteliğimizi mahvetti. Onu başkasıyla gördüm. Bağırdım! Yıktım ortalığı! Beni zorla arabaya bindirdi ve Karaağaç’taki ormanlığa doğru götürdüğünü fark ettim. Bir şeyler anlatmak istiyordu ama dinlemek istemiyordum.
-Ee sonra?
-İçmişti, çok belli. Gözü dönmüş bir vaziyette bana vurmaya başladı, canım çok yanıyordu. Her vurduğunda yere yığılıyordum. Artık dayanamadım, yerdeki çakılları avuç avuç üstüne atmaya başladım. O iyice afallayınca hırsımı alamayıp daha büyük bir taşla onu öldürdüm!
Ezgi anlatmasını bitirdikten sonra bana sarıldı. Bir bebek gibi hüngür hüngür ağlıyordu omzumda. Ben ise hem sinirimden hem de çaresizliğimden ağlıyordum. Kısa bir süre sonra yaşadığı duygu patlamasından dolayı bayıldı. Güzelce yatağına yatırıp başının ucunda düşünmeye başladım. Aslında ne yapmam gerektiğinin şuurundaydım fakat çok zor geliyordu. Bir avukattım ben, her şeyden önce bir Müslüman. Adalet için mücadele ettiğim bu dünyada zerre müsamahakarlık göstermem benim için utanç verici olurdu. Bir yandan da biricik Ezgi’mi kendi ellerimle teslim etmek ciğerimi parçalayacaktı. Ailemden bana kalan en büyük mirasa böyle mi sahip çıkmıştım? Artık her şey için çok geç. Karakola haber vermem gerekiyordu. Telefonumu elime alıp emniyet müdürü Sami Bey’i aradım. Fakat telefonu açtığımda nutkum tutulmuştu konuşamıyordum. Sami Bey’in “Alo!” seslerine karşılık telefonu yüzüne kapatmak zorunda kalmıştım. Titreyen ellerime rağmen mesaj gönderebilmeyi başardım. En azından kardeşimi en içtenliğimle, tüm sevgimle öptüm ve o andan sonra her şeyi akışına bıraktım…
Polisler yirmi dakika içinde gelmişti. Ezgi’yi bizzat ben uyandırdım. Bakışlarımdan anlamıştı bir şeyler olduğunu. Beni bırakma der gibi baktı ama ne yapabilirdim? Uzunca sarıldık, ağlaştık. Onu teslim ettim. Ben de ifadesi için arkasından karakola gitmek için hazırlanıyordum. Hızlıca hazırlanıp arabama bindim. Bindim binmesine fakat kendimi çok kötü hissediyordum. Keşke taksi tutsaydım diye iç geçirirken bilincimi kaybedip şarampole yuvarlanmıştım. Her şey son bulmuş ve bedenimdeki buhran bembeyaz bir kefene dönüşmüştü.
– Ahmet Kemal Kahraman