Kendini arayan adam, sonunda bir çöplükte buldu onu. Onu orada bulacağını nereden bildiğini sormayın. Bilmiyordu. Bütün bir şehri dolaşan ve çıkarttığı gürültüyle kedisinden köpeğine, ağacından otuna kadar tüm yaşamı huzursuz eden bir çöp kamyonu tarafından atılmıştı oraya. Bir belediye kamyonuydu bu. Farkında olmadan hizmet götürürdü böylelerine.
Gözlerini açıp kendine geldiğinde kokudan burnunun direği kırıldı. Aman tanrım! Ne büyük bir çöp yığınıydı bu! Üstüne üstlük bir şehrin bu kadar temiz görünüp bunca pis kokabileceğini hiç düşünmemişti. Geldiği yerde de düşünme yetisine sahipti ama genelde insanın kafası çöplükte daha iyi çalışırdı…
Bir zaman sonra koku alma duyusu ortama o kadar alışmıştı ki hani çöplüğe takım elbiseli ve bol esanslı bir ‘beyefendi’ girse anında fark ederdi. Kokusundan fark ederdi. Dış dünyadan gelen hiç kimse tek parça halinde ait olamazdı çünkü oraya. Pek az kişi kendini bin parçaya bölmeden tanıyamıyordu. Kendini bu çöplükte tek parça olarak bulmasını yadırgadı.
Kendini arayan adam boydan boya gezindi çöplüğü. Bir şehri tanımanın en iyi yolunun o şehrin çöplüğünü karıştırmak olduğunu iyi biliyordu. Nereden biliyordu bunu? Malumluk işti doğrusu! Gezindi durdu, hallaç pamuğu gibi savurdu çöplüğü. Bir gören olsa yiyecek aradığını düşünebilirdi ama o sadece kendini arıyordu. Üç beş parçaya bölünmüş fotoğraflar, kanlı bir bıçak, mutlu bir aile albümü… Bir gelinin kayıp kırmızı kuşağı, kundak bebelerinin süt dişleri, kararmış kefenler… Uyuşturucu, kumar ve tecavüz günlükleri… Yarı yarıya dolu bir kavanoz bal, iliği sömürülmüş kemikler, tabanı çürümüş postallar… Mutlu mu yoksa üzgün müydü bu şehir? Aç mı yoksa tok muydu? Tümden mi çürümüştü yoksa bir yanı hâlâ sağlam mıydı? Parçaları birleştirmekte zorlanıyordu. Bir de sigara bulsa belki daha sağlıklı düşünebilirdi! Kırıntısını bile bulamadı. Şaşılacak işti doğrusu. Son nefesine kadar somuruyor olmalıydılar. Kararmış otopsi raporlarını buldu kentin… Kesinlikle acı çekiyordu bu şehir.
Yürüdü. Soğuktu hava, üşüyordu. Yakaları sökülmüş ama hâlâ taze görünen bir cüppe ilişti gözüne. Hâkim cüppesine benziyordu. Terzi avanağı bir hayli şaşırmış olacaktı ki düğme dikmişti önüne. Artık sanık sandalyesinde kimler oturuyorsa, öfkeyle hüküm verirken yakası bağrı açılmış olmalıydı adaletin. Her şey bittiğinde kendini bir terzi avlusunda bulmuş olması kuvvetle muhtemeldi. “Bu şehrin adalet anlayışında bir sakatlık var” diye düşündü. Cüppesi düğmeli bu şehrin doğruluğundan sakındı.
Yakılmış kitaplar da vardı çöplükte. Bunca gördüklerinden sonra onlara da rastlamak şaşırtmamıştı adamı. Düşündü adam! İyi bir fikir yakaladı: “Yakılmış bir kitap bulmak, hiç kitap bulamamaktan daha iyidir! Demek ki dönüşümün sancısıyla kıvranıyor dışarısı. Hiç sancı çekmemekten daha iyidir.” Kırmızı bir kurşun kalem buldu adam. Tepesindeki silgi lekesizdi. Acaba adamın kaleme ihtiyaç duyduğu çöplüğe malum mu olmuştu? Her şey beklenirdi bu çöplükten. İlk kez bir kalemi olduğu için içi içine sığmıyordu. Aramaya ve araştırmaya son verip çöplüğün en manzaralı köşesine uzandı. Burasını artık deniz kıyılarına bile değişmezdi. Bunca yıllık huzursuzluğuna aradığı anlamı verebilmişti artık. Başını çöplüğe koyduğunda şehirle bütünleştiğini hissetti. Bir kez daha düşündü: “Yerini yadırgayan pire yoksa bir köpek sıcaklığına mı hasretti bunca yıl? Acaba insan ömrü boyunca kaç kez ayak basmayı başarır ait olduğu yere?” Bu fikir eşelemeleri, kendini bulamamışlar için hiçbir cevabın sorusu değildi. Aklındaki soruları def etmiş olmanın huzuruyla sıkı sıkıya kavradı kalemini.
Sabaha karşıydı… Güneş henüz kıçını kaldırmamış, göz kırpmamıştı çöplüğe. Huzurlu bir dünya düşüyle uyuyakalmıştı geceden. Aniden sıçradı! Kan ter içindeydi. Kâbusların en beterini görmüş, gözleri tam anlamıyla yuvasından fırlamıştı. Yanaklarından çenesine doğru inen ter gözyaşlarına karışıyor, zar zor nefes alıyordu. İliklerine kadar işlemiş bir korkuyla boğazını tuttu. Gencecik çocukları asıyorlardı rüyasında. Alabildiğine ilkel bir vahşetle yapıyorlardı bunu. Gülmüyorlardı. Unutmuşlardı gülmeyi. Yalnız çocuklara değil, büyüklere de kötülük ediyorlardı. Kadınlara, yaşlılara, doğaya, hayvana ve yaşama kıyıyorlardı. Acıma hissini unutmuşlardı. Zar zor kalkabildi yerinden. Kendine geldiğinde avucundaki kalemin ortadan kırılmış olduğunu fark etti. Rüyasında asılan çocukların kalemlerini nasıl kırdıklarını görmüştü. Şimdi o kalemi kimin kırdığını daha iyi görebiliyordu. Sessizliğini, görmezden ve duymazdan gelişini de… Hissettiği acının tarifi yoktu. Evladını kaybetmiş bir annenin acısına erişti hisleri. Ellerini kanayan yerine, zihnine bastırdı. Gözleri, yıkılmış bir bendin suları gibi çağlayıp boşalıyordu çöplüğe.
Günlerce kayıp dolaştı. Ne açlık ne susuzluk, eksikliğini hissettiği şey bedensel yoksulluğu değildi. Bedeni yoktu. Gözleriyle görmüyor, kulaklarıyla işitmiyordu artık. O, bu dünyaya ait olan organlarıyla, dokunmaya çalıştığı her şeyi tuzla buz etmişti bu güne kadar. Acı, bir bütün halinde görmeyi öğretmişti ona. Şimdi gözlerini kapatarak da aşabilirdi okyanusları…
Kendini arayan adam sonunda bir çöplükte buldu onu. O sırf kendini buldu diye bugün üç kadına tecavüz edilmemişti. Yarın bir köpeğin başı okşanacaktı, o bu günden kendini arayıp bulduğu için. Zamanla yenileri gelecekti çöplüğe. Çöplükte uyananların sayısı arttıkça otopsi raporlarının sayısı da azalacaktı. Kalemler kırılıyordu evet. Kalemler, artık önü düğmeli yasalar tarafından kırılmıyordu belki ama bu daha da kötüydü. Çünkü terzi, adaleti çırak olarak işe almış, bizim adalet de sokaktan çevirdiğinin işini bir terzi dükkânında görüyordu artık. Şehir her türlü kötülüğü kutsayacak kadar kirlenmişti.
Adam: “Bilen bilgisini bilmeyenle paylaşsın” dedi. “Bir buz parçası ne kadar güneş yüzü görürse o kadar hızlı erir.” Yüzlerce kez görülmüş ve test edilmişti… Uyanmıştı adam. Saatlerce baktığı nokta ezberindeydi, unutmazdı artık. Kırılmış kalemini cebine koyup ufka baktı. Kendinden evvel binlerce kez bakılmıştı oraya. Ve onların tuttuğu yoldan yürüdü şehre doğru.
– Günay Aktürk