Saatlerdir baktığım tuhaf resim bana çok şey anlatıyor ve aklımı bulandırıyordu. Bal rengi bir gözden akan gözyaşı damlasının yarattığı koskoca bir ağaç ve her şeyin gözetlendiğini hissettiren bir tablo. Nedenini yavaş yavaş anlayabiliyorum ki bu tablo beni oldukça korkutuyor, ama bir o kadar da cezbediyor, gözlerimi o tek gözlü yaratıktan alamıyorum. Kafamı arka tarafa çevirdiğimde mor dudaklı bir kadın görüyorum, saçları eflatun, gözü yeşil. Diğer tabloyla benzerliği bu kadınında tek gözünün olması. Sanki tek gözlü bir dünyada yalnızca iki gözü olan benmişim gibi bana kızgınlıkla bakıyorlar.
Sergi salonunda tabloları inceleyerek yürürken, iki kişinin konuşması salondaki bütün büyüyü bozmuştu sanki. Sesin geldiği yöne baktığımda tek gözlü bir adamla tek gözlü bir kadın sohbet ediyorlardı. Hayal mi gerçek mi diyerek gözlerimi ovuşturduktan sonra karşımdaki manzara değişmemişti. Meraklanıp sohbete kulak misafiri olmak için onların bulunduğu taraftaki tablolara bakarak ilerledim, konuştukları konunun ne olduğunu anlamakta biraz güçlük çekiyordum ama adamın Fransızca aksanıyla kadına şöyle dediğini duydum; “Bir şeyi yaratmak bir şeyleri birleştirmekten daha zor madam, o yüzden her şeyin yarım olması gerek ki tamamlanabilsinler.” Kadın adama öyle hayranlıkla bakıyordu ki tek gözünün olmamasının hiçbir önemi yoktu onun için, adam içinde öyle diyebilirim belki. Kadın adamın konuşmasından sonra “Size tamamıyla katılıyorum mösyö, onun için size bir hediye vermek istiyorum, tabii ki kabul ederseniz.” dedi. Hediyeyi söylediği andan itibaren merak etmiştim, daha sonra anladım ki hediye bir tabloydu. Kadın tabloyu bir iki adımlık mesafeden alıp getirdiğinde adam “Ah madam size ne kadar teşekkür etsem azdır, benim için hediye almışsınız öyle mi, bu beni gerçekten çok mutlu etti, çok teşekkür ederim.” dedi. Daha sonra adam özenle kaplanmış tabloyu yavaşça açmaya başladı, eminim ki ben o tabloyu adamdan daha çok merak ediyordum, sonunda tabloyu net bir şekilde görünce gözlerime inanamadım, bu resimdeki bendim ya da bana benzeyen başka biriydi ve diğer tablolar gibi tek gözü de yoktu. Bir an için korkuya kapılmıştım, bana benzediğine tam emin olamıyordum. Yanlış görmüş olabilirim düşüncesiyle iyice baktığımda beni fark etmişlerdi, ama hiç bozuntuya vermeden gülümsemeye devam ediyorlardı. Kadın konuşmaya başladı; “Mösyö, tam üç yüz kırk iki yıl önce resmedilmiş bir tarih eserini elinizde tutuyorsunuz. Biliyor musunuz bilmiyorum ama hikayesi de çok ilginç ya da belki bana öyle geldi.” Adam meraklı bakışlarla “Daha önce hiç böyle bir resim görmedim, hikayesini anlatırsanız sevinirim madam.” Kadın gülümseyerek “Memnuniyetle mösyö.” dedi ve anlatmaya başladı; “Bu resim Edgar Borgne adında bir ayakkabı boyacısına ait. O yıllarda malzemesi yetmediği için kendi kanını bile kullandığı söylenir bu resim için. Kısa boylu, ufak tefek, zayıf ve devrinde herkesin pek sevmediği biriymiş, yani tabloyu getirip bana sunan beyefendi böyle anlatmıştı. Beyefendinin sunumundan sonra biraz araştırma şansı buldum, bir kitapta tablonun içerisinde çok fazla gizemin olduğu yazıyordu ve gizemini çözebilmek için çok defa çalınıp üzerinde çalışıldığını da yazıyordu. Resimdeki adamın kim olduğu tam olarak bilinmese de birkaç teori üretilmiş ki bunlardan birisi dönemin zenginlerinden Arthur Richpauvres’in olduğu yönünde, ama başka bir teori ki bunun üzerinde daha çok duruluyor, komşusu olduğu yönünde. Şu gerçek ki mösyö, elinizdeki resim ölü bir adama ait, söylentilere göre ilk önce öldürüp sonrasında gözünü çıkarmış ve resimde de görüldüğü gibi odasındaki sandalyesinin üzerine oturtmuş ve çizmiş. Olanlardan sonra akıl hastanesine kapatılmış ve yaptığı bu resim onun son resmi olmuş. Böyle ilginç konusu olan tabloları sevdiğinizi bildiğim için bunu size getirdim, yani hikayenin konusu böyle.” Kadının söyledikleri beni o kadar etkilemişti ki sanki gözü çıkarılıp resmi çizilen bendim. Bu anlatılanlardan sonra midemin bulandığını hissediyordum, dışarı çıkıp biraz hava almanın iyi geleceğini düşünerek tek gözlü kadın ve adamın yanından geçip sessizce dışarı çıktım. Hava kararmış ve yağmur yağmak üzereydi, bu kadar süre içeride nasıl kalmışım diye biraz beynimi zorladım, sanki yıllardır içerideydim, kendimi öldürülmüş ve tek gözü çıkarılmış olarak hissediyordum.
Biraz yürüdükten sonra bir banka oturdum, gözlerimi kapattığımda gördüğüm o resim gözümün önüne geliyordu, resimdeki adam kesinlikle benim kopyam gibiydi, delirmiş olma ihtimalim de vardı tabii. Gözlerim kapalı uzun süre kaldıktan sonra içeriye girip tek gözlü adam ve kadına olup biteni sormak istedim. Geri dönüp sergi salonuna girdiğimde içeride kimse yoktu, gitmiş olmaları fazlasıyla canımı sıkmıştı. Bütün gece o tek gözlü tabloların arasında tek gözlü insanları beklemek bile aklımdan geçiyordu ama buna dayanacak gücüm yoktu, çünkü gördüklerim ve hissettiklerim beni çok yormuştu, biraz eve gidip dinlenmenin iyi fikir olabileceğini düşündüm, hem yarın tekrar gelip onları burada beklerdim, en iyisi böyle yapmaktı.
***
Gecenin kaçıydı bilmiyorum ama gördüğüm rüyanın etkisiyle uyandığımda nefes nefeseydim, kadının anlattıklarını canlı bir biçimde yaşamıştım rüyamda. Kalkıp bir bardak su içtiğimde evde daha fazla kalamayacağımı anlayıp, açık olması ümidiyle sergi salonuna gitmeye karar verdim. Hazırlanıp çıktığımda şiddetlice yağmur yağıyordu, yürürken yağmur damlaları üzerime saplanır gibi oluyor, yaşlı bedenim damlaların şiddetine karşı koyamıyordu. Bir süre sonra sergi salonuna geldiğimde sanırım gün doğmak üzereydi. İçeri girmek için kapıyı yokladığımda kapı açılmıştı ve biraz ilerlediğimde o tek gözlü adamı görmüştüm, dün benim yaptığım gibi her şeyin gözetlendiğini hissettiren tuhaf tabloya bakıyordu. Sırılsıklam hâlimle yanına kadar yürüdüm, beni fark ettiğinde paniklemişti, “Merhaba” dediğimde ise kekeleyerek ve bir yabancı olduğunu hissettirerek “Merhaba mösyö” demişti. Uzun süre yüzüme baktıktan sonra “Sizi bir yerden tanıyor muyum yoksa… Ha evet! Siz o tablodaki adama ne kadar da benziyorsunuz, evet evet, gözlerinizin birini görmesem onu siz zannederdim.” dedi. O sırada içeriye tek gözlü kadın girmişti, şemsiyesini kapayıp yanımıza geldiğinde adamla öpüşüp merhabalaşmışlardı ve sonrasında bana da selam vermişti. Adam demin konuştuğumuz benzerliği kadına söyleyince kadın uzun uzun yüzüme baktıktan sonra bembeyaz kesilmişti, sanki dili tutulmuş gibiydi, konuşmaya çalışmış ama sözcükler bir türlü ağzından dökülememişti. Konuştuğunda ise aynı şeyleri ben yaşamıştım, söyledikleri kalbimin atış ritmini hızlandırmıştı, kadın şöyle söylemişti; “Mösyö, bayım! Dün o tablo hakkında konuştuğumuzda bir şey kafama takılmıştı. Tabloyu satın aldığım beyefendi bir mektuptan söz etmişti, öldürülen adamın yazdığı ya da öldürülen adam yazmış gibi gösterilen bir mektuptan. Onu arayıp mektuba ulaşıp ulaşamayacağımı sorduğumda ise bugün size onu getirebilirim dedi ve ben de memnuniyetlerimi ilettim. Bu sabah evime kadar gelip mektubu geri vermek şartıyla bana teslim etti, mektupta yazılanlar çok ilginç çünkü gerçek olamayacak kadar sürrealist. Mektubu yanımda getirdim, bir dakika, işte.” Kadın mektubu çıkardığında mektubun çok eski yıllardan kaldığı ortadaydı ve etrafa yaydığı koku beni kendimden geçirmişti, sanki kağıt kokusu ve kan kokusu birleşmiş eşsiz bir kokuyu salona yayıyordu. Kadın bir an kağıdı bana uzatmış ve “Lütfen okuyun bayım” demişti. Kağıdı elime aldığımda değişik duygular içerisindeydim, hatta bir ara okuyamayacağımı bile düşündüm ama sonra sessizce gırtlağımı temizleyerek okumaya başladım; “Nasıl yazıyorum bunları anlayamıyorum, şu an neredeyim onu bile tam olarak kestiremiyorum. Sanırım bir tablonun içerisinde tek gözümle hapsoldum ya da beynimin bana oynadığı gereksiz bir oyun bu. O lanet ayakkabı boyacısının birkaç kağıt parçası için yaptıklarına ne demeli ya da gözümü çıkarması ve tam ölümü vücudumun her bölgesinde hissetmişken beni bir tabloya ve ölümsüzlüğe hapsetmesine ne demeli? Ya duyduğum sesler! Sanki herkes etrafımda toplanmışta onlara kendimi duyurup gösteremiyormuşum gibi hissetmem. Çok tuhaf! Sanırım bütün bu yazdıklarımı kendimi oyalamak için veya boşuna yazıyorum belki de.” Okuduklarım karşısında tuhaf hisler içerisinde kalmıştım, olanlara inanıp ciddiye almak hiç içimden gelmese de, beynimde bir yerler her şeyi öğrenmek ve açıklığa kavuşturmak istiyordu. Okuduğum kağıdı adama uzattığımda “Mösyö, bence bize gidip tabloyu incelemeliyiz” dedi ve kadında ona katıldı, onlarla gitmekten başka çarem kalmamıştı.
Yarım saat kadar sonra adamın evine gelmiştik. Bizi buyur ederek içeriye aldı ve tablonun evin mahzeninde olduğunu söyleyip önümüzden ilerleyerek bize yol gösterdi. Mahzene indiğimizde gördüğüm yerin mükemmelliği beni büyülemişti; kitapların ve yağlı boya tabloların mahzene yaydığı koku ve yere serili kan kırmızı halının mahzene kattığı egzotiklik, mahzeni aydınlatan renkli gaz lambaları ve daha fazlası…
Mahzenin bize hissettirdiklerinden sonra üçümüzde tablonun önünde dizilmiştik. Tabloyu incelemeye başlamış, büyülenmiş bir biçimde tek gözlü adama bakıyorduk ve şimdi daha iyi görebiliyordum ki ufak tefek farklılıklar haricinde bu tablodaki adam benim aynımdı. Belki geçmişte yaşamış bir akrabam olabileceğini bile düşündürmüştü bana.
Uzun süre sonra adam bana dönüp; “Mösyö, tanıdığım bir ressam var, böyle gizemli tabloları çözmeyi sever, ben derim ki ona haber vereyim, bu akşam yine burada buluşuruz. Ne dersiniz?”, o an ne diyeceğimi bilememiştim ama yardımı dokunabileceği aklıma gelince “Olabilir” dedim. Adam; “O hâlde akşam görüşmek üzere mösyö, görüşmek üzere madam.” diyerek bize kapıya kadar eşlik etmiş, birbirimize gülümseyerek selam verdikten sonra evlerimize dağılmıştık. Bir kişinin daha olaya dâhil olması beni rahatsız etsede söz ağızdan çıkmıştı bir kere.
***
Akşam olduğunda evin mahzeninde üçümüzde toplanmış, konuğumuzun gelmesini bekliyorduk. Bir süre sonra kapı çalınmış ve evin sahibi adamı karşılamak için yukarı kata çıkmıştı. Bir an tek gözlü kadına döndüğümde ne kadar da güzel olduğunu fark etmiştim, tek gözünün yeşilliği öteki gözünün olmadığını görmeye engel olabilecek kadar güzeldi. Kadına bakarak dalıp gitmişken merdivenlerin gıcırtı sesleri beni kendime getirmiş, ev sahibinin yanındaki adamı görünce yüzüm ekşimişti. Kısa boylu, ufak tefek, zayıf, çirkin bir adamdı. Üzerindeki elbise boya içerisindeydi, ressam olduğunu düşününce böyle gelmesi normaldi fakat, yüzü de kir içerisindeydi. Selam verip kadının elini öpmüş ve benimle de tokalaşmıştı. Sonra tabloyu incelemeye başladı, ne kadar saat tabloya baktığını bilmiyorum, ama epeyce uzun süre bakmıştı. Onlar tabloyu incelerken mahzendeki diğer tablolara bakmak için ilerlediğimde gördüğüm manzara karşısında sersemlemiştim. Duvardaki iki tabloda tek gözlü adam ve kadının resimleri vardı, gördüklerimin açıklığa kavuşması için onlara doğru döndüğümde konuğumuzun elindeki bıçağa benzer metalle üzerime doğru geldiğini görmüştüm. Geri çekilip tek gözlü kadının tablosunu adama fırlatmasaydım tek gözlü tabloyu tamamlamış kurbanlardan biri de ben olabilirdim belki. Konuk fırlattığım tablonun etkisiyle dengesini kaybedip yere kapaklanmış ve metali elinden düşürmüştü, metali yerde görünce hemen adamın üzerine atlayıp metali elime aldım, o an adamın gözlerinden ve tek gözlü adam ve kadının yüzünden onun Edgar Borgne olduğunu anlayabiliyordum. Ne kadar süre metali adamın vücuduna sapladığımı hatırlamıyorum, kendime geldiğimde kadın ve adam bu pislik adamın köleleri gibi ve büyülenmiş ve de akıllarını kaçırmış gibi bana bakıyorlardı. Ayağa kalktığımda elimdeki metali fırlatıp hızlıca mahzenden çıkmak için merdivenlere doğru koşmuş, etrafa çarparak zar zor evden çıkmıştım. Hava fazlasıyla karanlıktı, hiçbir sokak lambasının olmamasının işlerimi kolaylaştırdığını düşünmüştüm. Karanlığın içinde hızlıca nereye gittiğimi bilmeden yürüyordum. Bir süre sonra dar bir sokağa girdim biraz ilerlediğimde bar diyebileceğim bir yere gelmiştim. Bara girdiğimde gördüklerim beni şaşkına çevirmişti, neredeyse bütün bar tek gözlü insanlarla doluydu. Neyse ki içeriden gelen müzik gördüklerimi bir an için unutturmuştu, masalardan birine oturduğumda içki isteyip müziği dinliyordum. Sanırım çalan müziği bir yerden hatırlıyordum, bir kadındı, ismi Billie Holi… yok yok tam olarak hatırlayamıyordum.
Şarkı bitip yeni bir şarkı başladığında içeriye iri cüsseli ve oldukça sinirli bir adam girmişti. Yanımdaki masada oturan kadının yanına oturmuş, “Merhaba tatlım” diyerek kadını dudaklarından öpmüştü. Sohbet etmeye başladıklarında adam bir an sesini yükselterek “Şu lanet müziği biraz kısar mısınız, burada sohbet etmeye çalışıyoruz.” demiş, kadın da “Bebeğim lütfen sakin ol” demişti. Müzik bir süre sonra kısıldığında adam ve kadının ne konuştuklarını -duymak istemesem de- tam olarak duyuyordum. Kadın, adama neden sinirli olduğunu ısrarla soruyor, adam da hiç sesini çıkarmadan kadına bakıyordu. Birkaç dakika geçtikten sonra adam ilk olarak gözlerini tavana dikmiş, sonrasında ellerini ensesine koyup alnını masaya yapıştırmış ve sessizliğini bozup boğucu sesiyle konuşmaya başlamıştı; “Bugün işten kovuldum! O tek gözlü patronumun kafasını dağıtmak içimden gelse de yapamadım ama hakaretler edip oradan ayrıldım.” Adam konuşmasını bölerek bir an başını kaldırmış ve kadının gözlerinin içine bakarak konuşmaya devam etmişti; “Tatlım o kadar moralim bozuk ki, bu gereksiz dünyaya sen olmasan nasıl katlanırım bilmiyorum. Bu boktan dünyanın güzel tarafları da var, ama hiçbiri bizim için değil, beni anlıyor musun tatlım, acılar ve işin çirkin tarafları yalnızca bizim için.” Kadın adamın söylediklerine karşı hiçbir şey dememiş, yalnızca adama sıkıca sarılmıştı. Ne kadar yalnız olduğumu ve sarılmanın ne demek olduğunu bilmediğimi o an anlamıştım. Oysa şu an sarılmanın ne hissettirdiğini bilmeye o kadar ihtiyacım vardı ki.
***
Sabah uyandığımda barın kapısının önündeydim, neler yaşadığımı hatırlayamayacak kadar beynim bulanıktı. Sonra olanlar aklıma yıldırım hızıyla düşünce kalbim sancılanmıştı, hemen gidip Edgar Borgne’ün cesedini ortadan kaldırmak aklıma gelmiş, ama adam ve kadının çoktan polise haber vermiş olabileceğini düşünüp yalnızca uzaktan evi gözetlemenin iyi fikir olabileceği konusunda karar kılmıştım.
Eve vardığımda ortalık çok sakindi, biraz yerimde bekledikten sonra eve doğru ilerledim, kapıyı yokladığımda kapı kapalıydı, minik yumruklarla kapıya vurdum ama içeriden tek bir tık sesi bile gelmiyordu. Sergi salonuna gitmek aklıma gelince hızlıca yürümeye başlamıştım, iyice kafamın karıştığını hissederek yürüyordum.
Oraya vardığımda salonun önünde kalakalmıştım, tüm yaşadıklarım gözümün önünden geçiyordu sanki. Birkaç dakika sonra içeriye girmek istemesem de aklımdaki soruların cevaplarını bulabilmek için salonun kapısına doğru yürüdüm. Kapıyı iterek salona girdiğimde içeride kimsenin olmadığını anlamış, biraz ilerlediğimde duvardaki tabloların değiştiğini fark etmiştim, tek gözlü tek bir resim bile yoktu. Yalnızca o resim salonun en güzel yerinde asılıydı, o en başta gördüğüm tuhaf resim. Her şeyin gözetlendiğini ve gözyaşı damlasının bir ağacı yeşerttiğini gösteren o tuhaf resim. Resmin yanına kadar gidip dikkatlice baktığımda dalıp gitmiştim. Sanki yaşadıklarım bir hayaldi ve bu tablonun karşısında tüm bu olanları düşünmüştüm. Yaşadıklarımın gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu bilmiyordum, aslına bakarsanız çok da ilgilenmiyordum. Yalnızca resimdeki gözün ne kadar da ayakkabı boyacısını anımsattığını düşünüyor ve resmi ayakkabı boyacısının ismiyle özdeşleştiriyordum. Tablonun isminin kesinlikle boyacının ismi olması gerektiğini düşünüyordum. En azından benim için öyle olmalıydı. Aklımdakilerle birlikte tabloya gülümseyerek bakarken isim dudaklarımdan dökülüp tüm salonda yankılanmıştı; “Edgar Borgne”.
– Erhan Emeç