“Şu unutmak sözcüğü; ne ballı şerbetli ne de zehir zakkumlu bir şey,” diye söylenir dururum çok zaman. Ellerimdeki benleri sayıp, seksen yaşımdaki titrek bedenime iç geçirir, sandıklardaki çeyizlikleri çıkarıp tek tek tertip ederim… Üzerine tüneyen zamanın kirli bakışlarını silkeler, koyarım yerli yerine… Cama dayanıp beklerim sonra, eski bir sokak oluverir hatıralarım.
Birazdan büyük torun gelecek… Bir hevesle, “Anane seni Bostancı’daki eski köşke götüreceğim,” demişti geçen. Büyük beyaz da bir araba almış, hiç sarsılmaz, yorulmazmışım.
“Hadi, hemen gidelim,” diye bir bağırışım vardı ki komşu dairedekiler bile sesimi duymuş, diğer torunlar da bakıyor bana, sağ olsunlar çok iyiler. Ama anılar rahat bırakmıyor insanı,bazen konuşuyormuşum apır sapır .
“Anne,” diyormuşum. “Konuş anne!”
Beyaz araba yanaştı, bir avazda yolları geçtik, maşallah. “Anane,” dedi torun, ”işte bak hala ayakta senin aile yadigârın.”
Kapıdan içeri girip üst kata tırmanırken, “Bırak elimi,” dedim usulca toruna, “çekil bir köşeye, annem ve babamla konuşacağım ben.”
Öyle bir mahzun bir “peki” deyişi vardı ki… Kıyamadı bana kerata.
Bu viran aile yadigârı evin penceresine tünemiş yaşlı bir kuş gibi, zamana anılarımı anlatıyorum şimdi. Annem odaların birinden sesleniyor… “Kız pencereden çekil”, diye… Gülümseyip, “tamam anneciğim” deyip geri çekiliyorum, usulca tülün ardına gizlenip bekliyorum onu. Babamı…
Dönüp kim bilir kaç kere duvardaki saate bakıyor, “Koca kız oldun da hala baba mı beklersin a kız,” diye söylenen annemi duymazdan geliyor um… Annem elindeki toz bezi ile vazoları, kilimleri, mobilyaları silerken, “Ah ben böyle miydim ya, şu sarı saçları bir savurdum mu aman Allah, aklı şaşardı herkesin,” diye serzenişlerini dinleyip anneme gülümsüyorum. Ama hep tetikteyim. Çünkü bilirim babam saat beş dedim mi çıkar memuriyetten. Döner Karanfil sokağını, köşedeki kunduracıya uzaktan selam eder, sakalını sıvazlar öper, duyarım ta buradan bile. Bir fokurtu alır odaları sonra, kırlentler düzeltilir, salatalar yapılır, etler pişer, tarhana oturur ocağa, üzerine kızartılan salçalı biberli ekmekler de hazır edilir… Yedi mahalleye gider kokusu. Sonra babam köşecikten görünür. Annem de bir telaş koşar yatak odasına. Yasemin sürer boynuna. Beyaz dantelli gömleğini giyer, karanfil atıp ağzına, koşar kapıya. Bense, onun terlikleri verişini, banyo kapısında elinde havlu duruşunu izlerim uzaktan.
Şimdi ne gam ne keder gülümser durur. Babam tok sesi ile anlatır o vakit. “Ah Nebiye bir yoğundu bugün. Şu göçmenler geldi ya hani Bulgar’dan, kimliksiz. İsimsiz, dilsiz, bir görsen,” diye başlar. “Zor vatansızlık bey,” der annem de. Bir an dalar, “bilirim,” der usulca. “Ben de az çekmedim bu muhacirlikten.” Siyah bir tül gibi gerilen kirpiklerinden beliren bir kaç damlayı siler o vakit. “Unutmak der,”sessizce, “en iyisi unutmak, ne yapacaklar onlar da alışacak. Biz geleli kaç sene oldu değil mi?”
Babam havluyu alırken yüzünde bir rahatlama ile “Ah be hatun bu günümüze şükür,”deyip oturur sedire.
Sonra beni görür, “Neredeymiş bakayım benim saçaklı kızım. Gamzelerinden mi yesem seni bugün acaba,” diye seslenir. O an kapıya tüneyen ben bir yavru kuş gibi nasıl da uçar sarılırım ona.
İşte böyle, şu unutmak sözcüğü ne ballı ne zehirli bir şey ki şu yaşımda bile bir kapı gıcırtısı, bir müzik sesi kaybettiklerimi geri getirir mi diye bekliyorum. Şimdi bu pencereden bakarken… Uzaktan bir kaç bohçacı annemin sesini getirir ya da birileri babamı sormaya gelir diye umutlanıyorum. . Sonra belki, Nefise Hanım dikilir karşıma, ellerinde kasnakları, kanaviçeleri, işler durur. İstanbul’un lalelerini, Bostancı’nın ucu bucağı görünmeyen bostanlarını, Papalozzadelerin o muhteşem çiftliklerini anlatır da anlatır bana. Ardından, aniden bakışlarını gözüme gözüme dikip sorar. “Kız senin bir sevdiğin yok mu,” diye. “Ben on beşimdeydim ilk kocama vardığımda,” der kıkırdayarak. Sonra hiçbir şey dememiş gibi kasnağına dönüp türlü eşraftan bahseder, bense pencereden dışarı bakar, annemin diktiği kumaş elbiseleri düzeltir,
“Bu kızın hiçbir şeye el fazı düzgün değil Nefiseciğim, ne yapacağım bilmem ben bununla, böyle giderse kimse almaz bunu tam bir gagak oldu kaldı başıma,” diye yakınan annemin kahvesini höpürdetirken ki vahlarını dinlerim.
Annemin, “almaz valla bir Allah’ın kulu almaz,” diye serzenişleri hala kulağımdadır. Oysa nerden bilsin zaman değişecek de beni istemeyen kalmayacak, ama bilemedi işte.
O gün, o uğursuz gün, yine pencerede babamı bekliyordum. Annem kokularını henüz sürünmüştü ki, bir inleme sesi ile sarsıldı sokak, bir atın uzun uzun kişnemeleri duyuldu sonra… Bir an, “vah vah” diyen kapılardaki yaşlıların sesleri çalındı kulağıma. Saate baktım ki beş, “babam” deyip bir koşuşum var ki sormayın… Komşular dediydi sonradan, “Seni hiç öyle görmediydik kız,” diye. Bir baktım ki, yerde uzayan bembeyaz bir siluet gibi yatıyor babam, dudaklarında kan pırıltıları, üzerinde ki memuriyet solmuş, parça parça dökülüyor siyah takımı Yanağında bir nal izi. Öyle donuk bir bakışım varmış ki görenlerin içi parçalanmış. Nefise Hanım anlattıydı, “Bakışlarını insanların böğrüne böğrüne saplamıştın,” dediydi.
Annem, ah annem, o günden sonra ne tarhana kaldı, ne yasemin, elbise dikemez, toz bile alamaz oldu. Ben, bu gagak var ya nasıl hanımefendi oldum sanırsınız… Arnavut’dan akrabalar gelir de şaşarlardı halime, “kız sen nasıl tek başına çekip çeviriyorsun bu evi” diye… Anneme bakıp gülümseyerek,” Kimin kızıyım ben evvel Allah,” derdim. Yamuk ağzı ile bilinmeyen bir boşluğa doğru bakan gözlerine denk getirmeye çalışırdım gözlerimi. İşte böyle böyle geçti günler hep.
Artık tam usta hanımdım, komşular da sağ olsunlar sahip çıktılar da Bostancı’nın kalan son tahta evinde, baba yadigârı maaş, çarşıdaki dükkân kiraları derken annemle kör topal yaşayıp gittik.
Tam yirmi iki yaşıma basmıştım ki hep bir ağızdan komşular, akrabalar “olmaz böyle yalnız, erkeksiz” dediler. Bir tanış oğlu ile ballı börekli düğün yapıp evlendirdiler beni. Çok şükür mutu da oldum.
Annem o gün beni beyaz gelinliğimle görür de düzelir diye ne çok ümit etmiştim, olmadı. İlk bebeğimi gösterdiğim gün bile kıpırdamadı… Bekledim tam yirmi yıl. Kızlar doğdu, oğlanlar doğdu, büyüdü, olmadı. Annem sessiz bir ölüm ile gömüldü gitti.
Şimdi onca yıl sonra bu eski evin pencerelerinden belki de son kez böyle dışarı bakarken, sanki annem yine şuracıkta sedirin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyor, babam da diğer köşede yemek masasına dayanmış memuriyetini anlatıyor. Odalara bir bir sırlıyorlar geçmişlerini.
Bense, bilinmeyen bir dilde konuşur gibi cevap veriyorum onlara… Az kaldı yanınıza gelmeye, az…
Dizlerimi tutup oturuyorum eski koltuğa, ev biraz daha gıcırdıyor… Aşağıdan, “Hadi anane, gel artık daha bitmedi mi veda faslı,” diyen torunun sesini işitiyorum.
Kalkıp, gülümseyerek pencereye yine eskisi gibi el ediyorum.
Bitmedi.
– Hayal DENİZKUŞU