Havadan karşılıyordu İstanbul’u Sadık Bey. Uçağın kanatlarının kestiği bir İstanbul akşamının siluetiydi. Işıltılı İstanbul tepelerini cepheden görüyordu. Evladını doyuran bir anne göğsüydü İstanbul’un tepeleri. Sadık da annesine koşan kolu sümüklü, dizi yaralı bir evlat. Tam 38 yıl olmuştu annesinden ayrılalı. Fikri hür vicdanı hür bir öğrenciydi 1980 İstanbul’unda. Toprağa kitapların ekildiği bir sonbahar akşamında kaçmıştı annesinden. Suçu gülmekti. Hem de öyle bir kaçmıştı ki, şimdiye dek öyle bir kaçış görülmemişti. İstanbul’un anne kucağından Hindistan’ın Delhi şehrinin keşmekeşliğine konmuştu.
Hukuk okurken tanışmıştı sakıncalı abileriyle. Hepsi bir kitabın içinden çıkmış bıçkın gibi birer delikanlılardı. Yeni kapıldığı bu heyecan ona bazen bir oyun gibi geliyor; ağızlarından faşist lafını düşürmüyorlardı. Ha bir de “kahrolsun Amerika” sloganını.
En çok onu sevmişti içten içe. Bu fakir Balat mahallelerindeki tek kötülük Amerika’ydı. Serdar ve avanelerine göre ise Moskova. Hep bir suni düşmanları vardı bu gençlerin ve çay içerken tumturaklı küfürler savurdukları.
Hiç yaralanmadı Sadık… Ve hiç kurşun yarası olmadı. Ve polis de aramıyordu Sadık’ı. Ama o değerlerinin yıkılışından korktuğu için kaçmıştı. Bir gece ulu çınarın dibine gömdükleri Yaşar Kemal’in Teneke romanını asla unutamamıştı. Kırıkkale Kemal’in hediyesiydi. Lakabını sürekli belinde taşıdığı Kırıkkale marka tabancasından almıştı. Makine mühendisi olmadan vurdular Kırıkkale Kemal’i.
Sadık o gece Ulu Çınarın dibine sadece kitabını gömmedi. Kırıkkale Kemal’in son gülüşünü de gömdü. Ve bir daha asla göremeyeceği İstanbul’un ışıltılı göğüslerini. Otuz sekiz yıl sonra yine bir sonbahar zamanı gelmişti İstanbul’a. Bu sefer toprağa kitaplar ekilmiyordu Otuz sekiz yıl önce diktiği Yaşar Kemal’in meyvelerini toplamaya gelmişti belki de.
Seyrek ve ürkek adımları direkt o ulu çınarın yanına götürdü Sadık’ı. Devrimcilik oyununa alışmış ayakları hala hatıralarını canlandırıyordu. Hiç zaman kaybetmeden ağacın dibini kazmaya başladı. Kulaklıklı hipster gençler bu takım elbiseli adama anlam veremiyor ama hepsi de tepkisiz yoluna devam ediyordu. Ve tam otuz sekiz yıl sonra kavuştu eski dostuna. Önce poşeti açtı sonra kumaşı ve sonra da iç naylonu… Kırıkkale Kemal gülümsüyordu. Teneke sapasağlam elindeydi.
Delhi’den bir ağaç dibine seyahati sonlanmıştı. Elinde kitabı parlak gökyüzüne bakarak gülümsedi. Belki de hiç bu kadar içten gülümsememişti. Bıçkın abilerine çaktığı gülüştü bu.
Sahile indi. Kitabın ilk sayfasını açtı. Kırıkkale Kemal’in notunu görmüştü. ‘’ Asıl devrim kitaplarda yoldaş.’’ Yazıyordu ve son kez tumturaklı devrimci küfrünü ederek cebinden sigarasını çıkarıp yaktı. Dumanını denize savurdu. Özlemini gökyüzüne. Sessizce mırıldandı elini derin maviliklere yumruk yaparak. “Kahrolsun Amerika.’’
– Caner ÇEVİRGEN