Eskiden insanların bir şeyler yazması iyi niyet olarak algılanırdı. Şimdi ise öyle bakmıyor insanlar, nerede yazan birini görsek, hayatında bahtiyar olamamış ve kendini hep başka şeylere vermiş gibi geliyor insanlara. Bana nasıl gelmesi gerektiğini bilmiyorum. Elli altı yaşında bir ihtiyar için fazla düşünmeye başladım. Dökülmeyecek kadar güçsüz beyaz saçlar ve demirden gözlüklerle şehirde kalmak hayli zordu. Rahmetli karım, bana hep derdi ki, gözlerin hep yetmiş yaşındaymış gibi bezmiş bakıyor bu dünyaya. Belki de öyleydim ama hep inkar ettim. Yetmiş yaşında doğmuştum ben, torun sahibiydim altı aylıkken de. İlk takma dişimi 4 yaşında taktılar bana, tansiyon haplarımı yaşıtlarım jelibon yerken içtim. Şimdi ise her şey tastamam bu sahildeki bankta otururken, karımdan başka düşünecek bir şeyim daha vardı. “Huzur’un dilemması”
Yıllardır merak ediyordum, intikamım nasıl olacak diye, benden alınanları ben ne zaman alacaktım. Diğer tarafta mı? Var mıydı diğer taraf? Bekliyorduk. Birazdan görürdüm.
Gözleri yetmiş yaşındaymış gibi olanlar pek umutsuzlardır, benim gibi. Biliyorum, az önce size bezmişlikten ve yazmanın iyi algılanmadığından bahsettim. Ama iyi algılanmayı kim ister ki? Zaten eskiden de böyleydi. Stalin iyi algılanmak istemezdi. Hitler de. İyi algılanmak istemek demek iyi boyun eğmek demektir. Buraya boyun eğmeye gelmemiştim. Benim olanı almaya gelmiştim. Çünkü biz yeterince boyun eğdik. Karımı benden alan, üzerine ikizlerimi öldüren, kedime kadar zehirleyen size gelmiştim.
Lotus Beldesi’ne.
Birkaç dakika sonra ölüp gideceğim belki, torunum yok, ikizlerim yok artık. Onları aldılar. Devlet tarafından üniforma giydirilmiş birkaç kişi aldılar onları. Dini, dili, ırkı farklı diye aldılar onları.
Farklı diye aldılar onları.
Tek başıma, sabahları çay kokusu olmadan, öksürdüğümde sırtımda elini hissedemediğim karım olmadan beni senelerce yaşattılar. Sahi yaşadım mı ben? Kedim Hans’i bile yemeğine fare zehri katıp öldürdüler. Faşist toprakları olandan, faşist kalpler çıkıyormuş. Ten rengi beyaz ama içi kara bir tür, başka bir gezegende de var mıydı acaba? Tarih tekerrürden mi ibaretmiş, rezillikten mi? Sahi siz dünya ilerliyor mu sanıyordunuz? Elinizdeki siyah ekranlardan başka hiçbir şey değişmiyor bu gezegende.
Neden aileni aldılar senden diyorsunuz değil mi?
Çünkü, aynaya baktığımda siyah bir adamdan başka hiçbir şey görmüyorum. Siyah olduğu için öldürülen sevdiklerimden başka da. Ten rengim gibi kalbimde siyahlaştı ailemin yokluğunda. Kan değil zift akıyor gibi damarlarımdan. Ama bakın kanımızın rengi aynı, baksanıza?
Her yıl ötekinden daha ırkçı geçiyor, her gün daha bastırıyorum içimdeki siyah adamı. Gerçekten bu mu bahsettiğiniz yirmi birinci yüzyıl?Hani o her fırsatta bahsettiğiniz medeniyet bu mu? Oysa dünya teknoloji konuşurken bile biz kurşunlandık. Biz farklı değildik. Oysa bizim içimiz beyaz sizinki karaydı. Hani çok önem veriyorsunuz ya renklere insanoğlu, gökyüzüne baktığınızda gökkuşağını neden göremiyorsunuz? Siz sanıyorsunuz ki “Tom Amca’nın Kulübesi” kitabı yazıldığında bitti ırkçılık. Hayır bitmedi.
Şimdi, betonarme bir yüzeyde kanlar içinde yatıyorum. Ailem nasıl gittiyse, ben de gidiyorum. Tek bir damla yaş akıyor gözümden, o da beyaz. Bir gözyaşı bile olamadığımız için vuruldum.
Bizde alışkanlık bu şekilde terk etmek bir şehri. Buğulu şekilde başımda insanlar görürken, çok da önemli değil diyorum. Çok değer verdiği renklerden çene çalıyorlar. Oysa kanım kırmızı benim de.
Gözlerim kapandığında karımdan başka hiçbir şey görmüyorum. Sarılıyorum kıvırcık saçlarına ve Diyor ki bana;
“Gözlerin yetmiş yaşındaymış gibi bakıyor.”
– Bilgenur USLU