Bir adam düşünmenizi istiyorum sizden, bunu benim için yapar mısınız? Kendisi, sessiz sedasız, Allahlık bir adam olsun. Öyle ki herkese bay ve bayan diye hitap edilirken ona herkes hala “efendi” diye hitap etsin. Şimdi daha yakından bakmanızı istiyorum, iki kaş yan yana neredeyse birleşik. Tüm uyumu bozan bir alt çene ve eğri burnu büyük… İşte size kafasında bin bir belirsizlik olan, uzaya götürülüp yalnız bırakılan tiyatro oyununun dış görünüşü.
Kusuruma bakmayınız lütfen bir anlatıcı olarak benim anlatacaklarım öyle ütopyavari hikâyeler değildir. Zaten birkaç düşüncesinden ötesini kim bilebilir? Ben mi? Hayır maalesef adını bile bilemiyorum henüz. Oralarda bir yerde yazıyor olmalı, karakterine uyumlu ve işimizi kolaylaştıran türden bir ismi var, evet adı Sadık. “Sadık Erdem”. Sadık Erdem işte bir 3 Eylül akşamı bu naçizane eski otelde herkesten soyutlayarak kendini, tek başına odasında oturuyor. Tek bir noktaya odaklanmış ve kafası dakikalardır oynamıyor, göz kapakları titrek ama kapanmamakta kararlı. İçinde çözemediği bir belirsizlikle bastıramadığı duygular, gururuna sıkıyönetim ilan etmiş. Her ne kadar FBI ve CIA çalışmalarını beraber yürütseler de ruhu yıllardır kayıp. Kendisi ise bir çeşit düşünceler dolambacında çıkacak yolu aramakta…
Karakterimiz sıkılmaya başladı, hissetmiştir kelimelerin gücünü. Artık sıkı tutmayalım kalemin gövdesini, bu kadar baskı Sadık Efendi’ye fazla bile. O da bir yazar aslında tıpkı senin benim gibi defteri var küçükten yazar yazar durur o da. Yazar ama yazdıkları, yazdığına hitap etmeyen, onlarca ihtişamlı kelimelerinin o bedende hayat bulmasına kadın sessiz. Bundandır Sadık Erdem’in hüznü.
Bulur elbet bir gün hüznüne son verecek o yolu, o da bulur bir çaresini, umudunu sonlandırmanın. Sadık Erdem o an düşündü, “Her hüznün başı umut değil miydi o kadar umut olmasa o kadar hiddetli olur muydu inkisarlarımız ?” Sadık Efendi çaresizce sıkıyordu dişlerini, içinde ondan daha çok yer kaplayan umuduna verdiği savaşta yenik düşüyordu. Birden yeter, dedi. “Yeter artık istemiyorum bu duyguyu çık aklımdan Madonna !”
– Madonna mı? Ne Madonna’sı? Nereden çıktı şimdi bu Madonna?! Ah şu Amerikalılar her yerdeler onca ülkeyi yavaş yavaş sömürdükleri yetmiyormuş gibi sıra benim yazıma mı geldi. Sadık Erdem’in duygularını mı özelleştirmeye çalışıyorsunuz şimdi de?
– “yalnız orada kürk mantolu bir kadın portresinin önünde mıhlanmış…”
– Hey neler oluyor, ne Madonna’sı ne Kürkü? Kim yazıyor bunları?
– Sen yazıyorsun tabii.
– Dur bir dakika sen de kimsin?
– Ben Raif Efendi, Sabahattin Ali’den.
– Raif Efendi ha, tanıştığıma memnun oldum ama nasıl girdiniz hikâyeme?
– Sen çekip çıkardın beni, kaleminle bazı manevralar yaparak, Kürk Mantolu Madonna kitabındaki varlığım hala duruyor merak etme öykücü. Ben sadece hikâyenin yaptığı onca çağrışıma düşen bir gölgeyim.
– Hayır, hayır bu çok saçma. Deliriyor olmalıyım tanrım. Yazar hikâyeyi yazar, kontrol ondadır. Onda olması gerekir.
– Sadece Sadık Erdem ile aynı anda karşınızda olmam şaşırtıyor olmalı sizi. Onla nasıl tanıştınız sanıyorsunuz.
– Ama sen varsın zaten, Sadık Erdem ise benim hayal gücümün bir tür ürünü. Ben yarattım onu!
– Siz sadece günlük hayatınızdan, deneyimlerinizden derleyip toparladınız onu, Siz yok olanı düşünemediniz. Zaten var olanı tekrar yarattınız bazı bazı özellikler katıp çıkartarak efendim.
– Tamam, Raif Efendi siz gidin artık benim bitirmem gereken bir öykü var bildiğiniz üzere.
– Tamam, sonra görüşürüz. (içinden: sonra görüşürüz dememe kızmamıştır inşallah beni bir daha herhangi bir hikâyesinde görmek isteyeceğini sanmıyorum )
– Kızmadım Raif Efendi sonra görüşürüz, aslında bir bakıma dediklerinizi de ben yazdım.
Sadık Erdem o gece etraflı bir şekilde düşündü. Onunla yaşayamadıklarına üzülmek yerine, yaşattıklarına minnet duymayı seçmişti. İliklerine kadar hissettiği duygulara, yazdığı onca şiire saygı duymayan o kadına yine de minnettardı o. Sadık Erdem aşkına sadık bir adamdı. Defterini açıp yazmaya başladı:
Gündüz ve Gece
Gece de Gündüz’e aşıktır
Kimse bilmez.
Ay takmıştır Gece kendine
Aşkını yaşatsın diye
Kimse görmez.
Ah o Gündüz ne sevilesi bir kadındır ki,
Her zaman saygı duyar, aydınlatır Ayı, Güneşi ile.
Aşkta saygının hikâyesidir,
Gündüz ve Gece
Kimse görmez, kimse duymaz
inatla, yine de.
Sadık Erdem her zaman bir tiyatroya benzetirdi yaşamını benimki de Allah’ın bir tiyatrosuydu derdi. Hep düşünürdü, farkında olmalıydı yaptıklarının, bir sonraki sahnede gülmek için. Bir satranç sanırdı o bu hayatı. Hep doğru hamleyi yaptı günün birinde kazanmak için, lakin bazen doğru eylemler bile kötü sona engel olamaz. Her zaman iyiler kazanamaz bu bir ütopya değil.
“Aslında yaşadığımız hayatı yaşanılır kılan da bu değil midir?” dedi ve sahneyi terk etti Sadık Erdem.
– Ahmet Ayberk AYKUL