-Galip…
-Gaipten Galip sesleri duyuyorum yine nerde bu doktor?
…
Kış günüydü, soğuktu hava ve ellerim cebimde yürüyordum sokağında. Sokağın adını hiç öğrenemedim, belki de öğrenmek istemedim. Onun sokağı demek her zaman daha cazip geliyordu. Yere bastıkça taze yağmış karın sokağa kattığı süsü bozma sesi anlamsız bir mutluluk veriyordu ve ellerim cebimde yürüyordum. Bilinçaltındaki çocukluğun da verdiği heyecanla dilimi dışına çıkarıp birkaç lokma kar yakalamaya çalışıyordum yüzüme acı bir kartopu yemeden önce. Çocuklar işte… Bilmeden birden dünyanın en vicdansız yaratığı olabiliyorlar. Evde de yiyecek bişey yoktu zaten en azından büyük bir lokma yiyebilmiş oldum.
Evimi, penceresini gördüğüm sokaktan tutmakla pek de mantıklı bir iş yapmadığımı gece geç saatlerde odasından gelen ışığı görüp kasvete girince anladım. Niye uyumuyordu da benim onu delicesine düşünmeme sebep oluyordu, sadist miydi yoksa? Emin değilim, belki de karanlıktan korkuyordu.
Rüzgarlı bir akşam pardesüsüne hakim olmaya çalışırken görmüştüm onu gayri ihtiyari adımlarla ellerim cebimde yürürken dostların yanına… O an her yer flu olmuştu ve yavaşlamıştım, rüzgârın da bunda etkisi yadsınamazdı. Her gün aynı saatte oradan geçtiğini anlamam uzun sürmüştü vasıfsız kederlerimle kafam yerde yürüdüğümden. Sonra bakmaya, biraz konuşmaya başladık. Bütün kelimelerimi ona sarf etmek için kimseyle konuşmuyordum ve ellerim cebimde her an ona yürüyordum.
Her gün ilk ışıklarla evden çıkıyor onun sokağının yolunu tutuyordum. Güneş onun eli gibi değerken yüzüme o geliyor güneş ışınlarının arasından gülümseyerek “Merhaba” diyor. Toparlanıyorum Nazım’dan anekdotlar yürüyor beynime -Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin…- diyememekle birlikte sade bir “Hoş geldin” le yürümeye başlıyoruz ve üç sokak sonra ayrılıp hayatlarımıza dönüyoruz. O bilmem nereye, bende İsmet’in çay ocağına gidiyorum. Dükkanını ilk açan esnaftır. O da benim gibi çok uyuyamaz ve devamlı insanlara anlatacağı ibretlik bir şeyleri vardır. İsmet, esaslı adamdır. Birinde çay ocağına gelen dilenciyi azarlayıp kovmaya çalışan müşterisinin kafasında kırmıştı çay tepsisini. Dedim ya, İsmet esaslı adamdır.
Ne diyordum ben….
Bir gün yine onu beklerken İsmet beni görüp geliyor yanıma, anlıyor haliyle durumu. “Bakalım tanışalım bi kimmiş bu Galip’imizi derviş yapan.” diyor. İtiraz edemiyorum tabi ve beklemeye başlıyoruz. O ara İsmet bana Yusuf ile Züleyha’nın hikayesini anlatıyor. Kendi anlatırken kendi anlattığına da şaşırabilen bir adamdır İsmet. Dedim ya, esaslı adamdır.
Kapısının açıldığını görüyorum ve yine her şey yavaşlayıp bir menekşe kokusu yayılıyor etrafa. Toparlanıyorum, beni görünce İsmet’te toparlanıp “Ne oldu?” diyor. “Gidiyor işte, seni görünce utandı” diyorum. “Galip, orda kimse yok.” diyor. Sonra bayılmışım kırk yıllık betondan sırf o bastığı için çimen çıktığını görünce…
Gözlerimi mavi duvarları ve pembe çarşafları olan bir odada garip bir gömlekle açtım. Yalnızlık başıma vurmuştu zannımca, kendime sarılıyordum…
– Bayram Ağkuş