bir kenti tanımakBir kenti tanımak, güneşli günlerde o geniş caddelerde gezmek, kentin ünlü meydanlarını ziyaret etmek değildi. Güneş battıktan sonra ıssızlaşan arka sokakların sessizliğine tanık olmak, daha gün doğmadan eski mahallelerin dik yokuşlarını çıkmak gerekiyordu tanımak için.

Bir insanı tanımak da onunla karşılıklı susmak değil, aranızdaki sessizliği dinleyebilmekti. Çünkü kelimeler yalan söyleyebilirdi ama suskunluklar hayatın kendisi kadar gerçekti.

Bunu o kadar iyi biliyordu ki o sisli salı sabahı sokak lambalarının solgun ışığı altında şehrin sefaletini izlerken doğru olanı yaptığını hissediyordu. Gece yarısı neon ışıkların eşlik ettiği, ihtişamıyla karanlığı bölen yüksek binalar şimdi ne kadar da gösterişsiz ve tekdüze bir silüetten ibaretti.

Onun yerinde şehirdeki herhangi biri olsaydı penceresinden bakıp sevgilisinin beklediği sıcak yatağına geri dönerdi. “Hava da ne kadar soğuk.” diye düşünürdü mutlaka. “Henüz güneş bile doğmamış.” Zira küçük insanların üstünde konuştukları en derin konuydu bu.

Ama bazıları için gün çoktan başlamıştı. Hep zannettiğinin aksine, o yalnız değildi bu sabah. Eve gitmek için geç, işe gitmek içinse uygunsuz olan bu saatte gece bekçileri, fahişeler ve müşterileri sahneden inerken yerlerini duvar diplerinde sızan alkoliklere bırakıyorlardı.

O, ne parasını başkasının yatağında kazanıyordu; ne de olmayan birkaç kuruşunu içkiye veriyordu. Gidecek bir yeri, ev dediği dört duvarı olmayan insanlardan biriydi yalnızca. Bırakın mekan kavramını, artık zaman algısının bile zerre kadar önemi kalmamıştı gözünde. O kadar içimizden biriydi ki henüz tanışamamıştık kendisiyle, sokakların en yakın arkadaşıyla.

Belki bu kasvetli sabah değil, belki yarın da değil. Ama yağmurun tozlu sokaklarla buluştuğu bir sabah, şehrin en ücra mahallesinde karşılaşacağız onunla. Hikayesi öylesine aşina gelecek ki bize, anlayacağız bir anda.

Damla Demir

Abonelik
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
%d blogcu bunu beğendi: