Uyanması bir hayli zor oldu. Telefonun alarmı ısrarla çalmasaydı belki de imkansızdı derse yetişmesi.
İlk ders Halk Edebiyatı. Uyumamak için tarif edilmez bir mücadele verdi gözkapaklarına karşı. Okulda olmasının tek sebebi kelimelerdi. Nerede geleceğini bilmediği kelimeler. Sonraki ders Eski Türkçe. Eve gitmek istiyordu. Yersiz de değildi bu isteği. Gitmek için birçok sebebi vardı, kalmak için ise sadece bir tane. Sonuç mu? O bir sebep diğerlerine galip geldi ve derse girdi. Hoca gelmeden önce, oturduğu yerden kalkıp üç sıra arkaya geçerek yenilen tarafını teselli etmeyi de ihmal etmedi. Malik Hoca derse başlayınca uykusu kaçar zannetmişti. Zandan öte, hep öyle olurdu aslında. Uykusu kaçtı bir müddet sonra ama dersin güzelliğinden değil, hocanın tavırlarından. Bugün bir farklılık vardı. Yüzünden düşen bin parça derler ya, öyle bir hali vardı hocanın. Derse kendini veremediği belliydi. Dikkatlice seyredince, belli aralıklarla gözlerini sildiğini farketti. Evet, gerçekten ağlıyordu. Merak etmişti, ama merak etmekten başka bir şey de gelmiyordu elinden. Dersin bitmesine on beş dakika kala, -ki dersi erken bitirmek hiç yapmadığı bir şeydi- bıraktı. Belli ki gözyaşları ders anlatmasına müsaade etmedi. Yanında duran asistana bir şeyler fısıldadı, sonra arkasına bakmadan hızlı adımlarla çıktı sınıftan. Başını önündeki sıraya koyup hocayı düşündü. Kafasından senaryolar yazmaya başlamıştı ki, asistanın sesiyle irkildi: – Leylâ Erdem’di değil mi? – Evet, buyrun? – Malik Hoca sizi odasına çağırdı. – Beni mi? Neden acaba? – Sebebini söylemedi, odasında, sizi bekliyor. – Peki, teşekkür ederim. – Rica ederim. Sıranın üstündeki defteri eline alıp aceleyle çıktı. Merakı had safhadaydı. Sabır, dedi, sabır Leylâ. Birazdan öğreneceksin. Üçünçü kattaki odaya koşar adımlarla çıktı. Kapıyı vurup içeri girdi. Malik Hoca, gözlüğü masasının üzerinde, başını ellerinin arasına almış öylece duruyordu. Başını kaldırıp kapıya doğru bakınca, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini gördü Leylâ. – Beni çağırmışsınız hocam. Malik Hoca konuşmadı. O kadar uzun sustu ki, özür dileyip odadan çıkmayı düşündü Leylâ. Neden sonra beklenen cevap hırıltılı bir sesle geldi. – Otur Leylâ. Sandalyeye oturmasıyla, Malik Hoca’nın boğazında düğümledi hıçkırıkları bırakması bir oldu. Kalkıp pencereye yöneldi. Bir müddet sessizce ağladı. Suskunluğu bir yana, ağlaması daha da anlaşılmaz kılıyordu her şeyi. Sormadı, sustu ve bekledi gözyaşlarının olayı izahata izin vermesini. Yüzünü pencereden ayırmadan konuştu Malik Hoca: – Dün, aynı sandalyede bir sınıf arkadaşın oturuyordu. Bir hikaye yazıyordu. Bana, yazdığı hikayenin giriş kısmını getirmişti değerlendirmem için. Gitmeden önce “Yarım kalmasına dayanamayacağım tek hikaye, yarım kaldığını duyarsanız, bilin ki elim kalem tutamıyor demektir.” demişti. Bu sabah, hikayenin yarım kaldığını öğrendim. Kendini tutamadı Leylâ: – Ögrencinize bir şey mi oldu? – Dün öğleden sonra vefat etmiş. Odada soğuk bir rüzgar esti. Leylâ kuracağı hiçbir cümlenin işe yaramayacağını biliyordu. Susmayı tercih etti. Malik Hoca bir süre daha dışarıya baktı. Sonra dönüp masasına oturdu. Çekmecesini açıp kırışmış bir yığın kağıt çıkarttı. Gözlüğünü gözüne takıp kağıtları inceledi. Sonra toparlayıp Leylâ’ya uzattı hepsini: – Senden, bu hikayenin devamını yazmanı istiyorum.
Leylâ eline aldığı kağıtlara bakmadı bile: – Ama nasıl yazarım hocam, başkasının hikayesi bu? Hem ben de bir hikaye yazıyorum. Kendimi bırakıp başkası için nasıl hayal kurarım? Malik Hoca gözlüğünü çıkarıp eline aldı: – İlk ders, tahtaya ne yazdığımı biliyor musun Leylâ? – Evet hocam. ‘İnsan, tek kelime, iki hece, beş harf.’ – Sonraki ders de sizden böyle bir kelime yazmanızı istemiştim. İki yüz kişilik amfide, farklı cevap veren sadece iki kişi vardı. Biri sendin, biri de o. Bu hikayenin yarım kalmasını istemiyorum ve inanıyorum ki bu hikayeyi devam ettirebilecek biri varsa, o da sensin. Ama ısrar edemem. Tek isteğim hikayeyi bir kez okuman. Karar senin. Leylâ kağıtları çantasına yerleştirirken, zoraki konuştu: – Elbette okurum hocam, ama devamını yazmak yani yazabilmek konusunda… Devam edemedi. Sessizlikle karışı hüzün çöktü odaya. Hep öyledir zaten. Susmuşsa bir insan, kelimelerden sakındığı hüzünleri vardır. Cümleleri kafasında toparladı. Yazan kimse o da bunu istmezdi, diyecekti. Derin bir nefes aldı, tam konuşmaya başlayacakken kapı çalındı. İçeriye uzun boylu, kumral bir çocuk girdi. Onun da gözleri kızarıktı. Belli ki o da bu olaydan haberdardı. Malik Hoca sandalyeyi işaret etti: – Otur İbrahim. Gösterilen sandalyeye oturdu İbrahim. Elinde ıslak üç beş tane kağıt vardı. Masanın üstüne, Malik Hoca’nın tam önüne bıraktı kağıtları. Malik Hoca sorgulayan bakışlarla süzdü İbrahim’i. İbrahim gözlerinden akan yaşları silip, anlatmaya başladı: – Hikayenin devamı hocam, bir kısmını nehirde, bir kısmını da patika da buldum. Söğüt ağacının altında yazıyormuş. Orda bırakmış kağıtları, rüzgarla çevreye dağılmış. Sabahki inceleme sırasında etrafı dolaşırken farkettim. – Otopsi sonuçları geldi mi? – Geldi hocam. İntihar değil, boğulma belirtisi yok. Anlayacağınız, nehre düşmeden önce teslim etmiş emanetini. Kağıtları bulduğum yerden epey ilerde çıkarıldı cesedi. Akıntıyla sürüklenmiş olabileceğini söylüyorlar. Nadiren olurmuş ama nehir hiddetlenince ne var ne yoksa alır götürürmüş. – Bilirim, götürür. Cenaze ne zaman kalkıyor? – Bugün öğle namazından sonra, Kemer Camisinden kalkacak. O camiyi severdi, çoğunlukla oraya giderdik namaza. Tebessüm etti Malik Hoca: – Allah, sevdiği kullarına lütufta bulunurmuş. Kerem de Allah’ın lütfuna erişmiştir inşaallah. – İnşaallah hocam. Nedendir bilinmez, Kerem ismini duyunca irkildi Leylâ. İncecik bir sızı belirdi kalbinin üstünde, önce büyüdü, sonra tüm vücüdunu dolaşıp, yine aynı yere, kalbinin üstüne gelip durdu. Kendini iyi hissetmiyordu, izin alıp çıkmalıydı. Ayağa kalktı, Malik Hoca’ya dönüp müsaade istedi. Malik Hoca İbrahim’in getirdiği kağıtları da Leylâ’ya uzattı. – Müsaade senin kızım. Okumayı kabul ettiğin için teşekkür ederim. O kağıtları da alıp çantasına yerleştirdi. – Rica ederim hocam. Tam kapıdan çıkacağı sırada durdurdu hoca: – Leylâ, bitirince getirmeyi unutma, teslime iki gün kaldı. – Peki. Sadece ‘peki’ diyebildi, çünkü hocanın yazacağından bu kadar emin olmasına anlam veremiyordu. Odadan çıkınca, duvara yaslandı. Gözlerini kapatıp bekledi bir süre. Kerem ismi zihninde sağa sola çarpıyordu. Gözkapakları arasında sakladığı tüm duygu karmaşasını bir iki damlaya
yükleyip, usulca uzaklaştırdı ruhundan. Kendini toparladığına inanınca yürümeye başladı. Yol ayrımına gelince durdu ve nehrin sesini dinledi. Her gün dinlenir, huzur bulurdu bu sesle. Şimdi ise öfke doluydu ona karşı. Öfkesini tercihine sebep kıldı ve ıssızlığıyla başbaşa bıraktı patikayı. Şehir yolundan kısa sürede eve vardı. İlk işi çantasından çıkardığı kağıtları karşılaştırmak oldu. Bir tarafta İbrahim’in getirdiği ve Malik hocanın verdiği kağıtlar. Diğer tarafta ise dün patikada bulduğu kağıt. Sonuç belliydi ama dile getirmek yine de cesaret istiyordu. Dudakları kıpırdadı, bir şeyler demek istiyordu belli ki. Düşündü, taşındı ve sadece iki kelimeye müsaade etti yüreği: İğde kokusu. Öğle namazını kıldıktan sonra, duanın hafifliğine bıraktı kendini. Yalvardı Rabbine, kalbindeki sızıyı dindirmesi için. Yalvardı ve yardım istedi, bu hikayeyi tamamlayabilmek için. Lütfunu esirgeme benden, dedi. Lütfuna layık olmadığım kadar, lütfun olmadan yaşayamayacağım da gerçek! Dualarını, avuçlarında biriktirdiği gözyaşlarına yoldaş kıldı ve gönderdi Rabbine. Korkusunu sol yanından eksik etmedi, yazı masasına otururken. Farkındaydı, tercih etmiyordu, sadece boyun eğiyordu. Önce Malik Hoca’ nın verdiği kağıtları okudu, sonra İbrahim’in getirdiklerini. En son da patikada bulduğu kağıdı çıkarıp diğer kağıtlara bakarak okumaya çalıştı. En kötü yazıydı kağıttaki, belli ki en acele yazılmış olan bu sayfaydı. Aynı zamanda hikayenin son sayfası. Ve o son cümle: ‘Söyle ne söyleyeceksen…Söyle ki, susmamızın haklı bir nihayeti olsun…’ Bitirince hikayeyi, uzun bir süre aralıksız ağladı. Gözlerinin borcunu ödediğine kanaat getirdiğinde hava aydınlanıyordu. Madem söylesin istiyordu, söylemeliydi. Beklenen haklı nihayet, gelmeliydi. Bu sessizlik burda bitmeliydi. Kalemini eline aldı ve o son cümlenin altına yazmaya başladı. “Saçları açık, üstünde önceki gün, giydiği yosun yeşili gömlek. Issız bir bahçede. Etrafta kimse görünmüyor. Elinde kurumuş papatyalardan bir demet, yanında kocaman bir iğde ağacı. Papatyalara bakıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Oysa ki sessiz ağlar o. Sesinin bu kadar çıkmasına anlam veremiyor. Anlam veremediği gibi, engel de olamıyor. Bir adam çıkıyor iğde ağacının arkasından, yüzünü seçemiyor. O kadar ağlamış ki, papatyalar sırılsıklam olmuş gözyaşlarından. Elindeki çiçekleri alıyor, eline değmeden ve iğde ağacının dibine açılmış küçük çukura dikiyor. Papatyalar hala solgun. Eğilip avuçlarının arasına alıyor papatyaları ve devam ediyor ağlamaya. Neden sonra farkediyor ki, düşen her bir damla, bir papatyayı yeşertiyor. İçinde birikmiş damlalar bitmek bilmiyor. Ağlıyor ve ağladıkça büyüyor papatyalar, boyunu aşıyor. Her bir papatya devasa boyutlara ulaşıyor. Sonra birer dökülüyor üzerine. Önce saçını örtüyor düşen papatyalar, ardından kollarını ve ayaklarını. Susuyor sonra. Dinmiş gözyaşları, bitmiş o sonu gelmeyecek zannettiği acıların tamamı. Aradığı huzuru bulmuş. Uyanıyor, uyanmayı hiç istemediği halde bu rüyadan. O huzuru bulmak için yapması gerekenleri öğrenmiş. Artık biliyor ruh toprağında neyin eksik olduğunu. Zaman yok, erteleme hakkı hiç yok. Karar vermekte gecikmiyor. Bugün, yeşertecek içindeki tüm solgun papatyaları.
* * *
Yeni günün ilk saatlerini ayna karşısında geçirdi. Üstünde ayak bileğine kadar uzanan, geniş kesim, su yeşili bir pardesü. Ne demişti satan bayan? Hah, hatırladım: Mevlana Pardesüsü. Başında, çiçek desenli, beyaz bir eşarp. Yeşeren papatyalar kadar güzel olmuştu.
Aynadaki pardesülü haline daldı. Üstünde ne kadar da iyi durmuştu. Hayal ettiği yabancılığı hiç çekmemesi tuhaftı. Derin bir nefes aldı ve yatağın üstüne bıraktı kendini. İğde kokusu, dedi. Bir anda nasıl da gelip yerleşti hayatımın merkezine? İlk karşılaştıklarında küçük bir not kağıdıydı. ‘İnsan, tek kelime, iki hece, beş harf.’ İkincisinde ise, rüyasında, kocaman papatyalar. Üçüncüsü nerede ve nasıl olacaktı, meçhul. Belki de hiç olmazdı, kimbilir. Hazırlandı her günkü sakinliğinde. O kadar doğal geliyordu ki bu hali, şu anı değil de, bundan öncesi şaşırtıyordu. Patikanın rüzgarlı havasında dalgalanan başörtüsüne tebessüm etti yol boyunca. Başörtü ilk rüzgarda uçacak, pardesü ayağına dolanacak ve onu yere düşürecek zannediyordu. Hiçbiri olmadı, mantıken olması da beklenemezdi. Uzak oluşu, alışma ihtimalini gözünde düşürmüştü sadece. Bu hayali korkuların tek sebebi buydu. Okula geldi ve en arkaya oturdu. Dersler aynı hızı ve sıradanlığıyla geçiyordu, ta ki arkadaşları Malik Hoca’nın onu görmek istediğini söyleyene kadar. Öğlen arası odama gelsin, demiş. Öğlene kadar girdiği derslerden hiçbirini dinlemedi. Kafasında tek şey vardı. Malik Hoca’nın onu neden görmek istediğini merak ediyordu. İlk dersine okulda olduğu halde girmemişti. Diğer derse de geç kalmıştı. Belki de sorumsuzluğunu yüzüne vuracaktı hoca. Ya da sorduğu soruya doğru cevap vermediği için azarlayacaktı. Bugünden – yani girdiği ilk dersten – itibaren hayrandı hocaya. Ama önceki hatalarına örtü kılamazdı bunu. Ne diyecekti yani adamın karşısına geçip? – İlk dersinize gelmeye gerek duymadım. Umursamadım yani, ikincisine de gelmeyecektim aslında ama son anda karar değiştirdim. Ondan geç kaldım zaten. Ama bugünkü dersinizden sonra tüm düşüncelerim değişti. Saçmalama Leylâ, dedi kendine. Aceleyle çıktı hocanın üçüncü kattaki odasına. Kapıyı vurup içeri girdi. Kağıt yığınlarının arasından zorlukla seçebildi hocayı. Demek ki çağrılma sebebi, ikinci tahminiydi. Gösterilen sandalyeye endişeyle oturdu. Ne cevap vereceğini bilmiyordu. Doğru cevabı da bilmiyordu zaten. Hepsi bir yana, dedi, soruyu bilmiyorum henüz. İç sesine ortalığa karıştırmaması için emir niteliğinde bir cümle iletti: Sakin ol Leylâ! Yapacağı açıklamada, daha doğrusu olası bir savunmada ellerine ihtiyacı olacaktı. Kendini ifade ederken en büyük yardımcılarıydı elleri. Bu yüzden, elindeki kitapları öndeki küçük sehpaya bıraktı. Kitapların altındaki ders notlarını ise kırışmaması için ordan çıkarıp yan tarafa koydu. Kafasında başka sorular üretmesine fırsat vermeden söze girdi hoca: – İsmin Leylâ, öyle mi? Giriş hem şaşırttı hem sakinleştirdi. – Öyle hocam. – Leylâ, derste sormuş olduğum soru ve senin verdiğin cevapla ilgili konuşmak istedim seninle. – Dinliyorum hocam. – Neden insan yazmadığını merak ediyorum, arkadaşlarının neredeyse tamamı insan yazdı. Aslında merak ettiğim bir şey daha var ama, o biraz beklesin. Düşüncelerini toparlayamıyordu. Zihninin bir kısmı hocanın merak ettiği şeyin ne olabileceğini bulmaya çalışırken, diğer kısmı kurması gereken cümleleri düşünüyordu. İç savaşının uzun sürdüğünü, hoca söyleyince farketti. – Bu kadar zorlanacağını bilsem sormazdım, dedi gülerek. Söylemek istemiyorsan, kalabilir. Israr etmiyorum. – Hissiyat, dedi. Evet, sebebi sadece hissiyat. Öyle yazmak istedim. Elle tutulur bir sebebi yok. Sizin istediğiniz gibi bir cevap oldu mu bilmiyorum ama. Son cümleden sonra başını eğdi Leylâ. Malik Hoca yine kocaman bir tebessümle konuştu:
– Sorular, birisi istedi diye cevaplanır, ama birisinin istediği şekilde cevaplanmaz kızım. Ben aldığım cevaptan memnunum, zaten başka seçeneğim de yok. – Merak ettiğiniz br şey daha vardı, onu sormayacak mısınız? – Gerek kalmadı. – Peki. Müsaadenizle çıkayım ben o zaman hocam. – Müsaade senin kızım. – Kolay gelsin iyi günler. – İyi günler. Kitaplarını alıp odadan çıktı, notlar aklına gelmedi. İki adım attı, köşeye gelmişti ki, biriyle çarpıştı. Henüz kucağında dengeleyemediği kitapları, haliyle yere düştü. Hemen eğilip toplamaya başladı. Çarpanın kim olduğuna bakmadı. Özur bile dileyemediğine göre bakmaya değmezdi. Cümlesi bitmemişti ki beklenilen özür geldi. Ses soğuk ve samimiyetsiz olmasına rağmen tanıdıktı. Aynı soğuklukla önemli olmadığını söyledi. Bakmamakta ısrar etti ya, illaki görürdü kim olduğunu. Birkaç kitap kalmıştı ki, Malik Hoca göründü kapıda: – Kızım, notlar senindi galiba. Masada unutmuşsun. Kitapları toplamayı bitirip kalktı hemen. Hoca yok, gitmiş. Dosyayı kapının önündeki çocuk uzattı. Yüzüne bakınca tanıdı çocuğu. Evet bu o çocuk, patikada kağıdını bulduğu hani. İğde kokusunu sormuştu. Evet evet, ta kendisi. Dosyayı aldı, çocuk bakmıyordu yüzüne. Arkasını dönüp uzaklaştı. Uzaklaştı ama aklıyla kalbi bir olup koridorun o köşesinde kaldı. Eve gelene kadar susmadı zihnindeki çelişkiler. Biraz uykuya ihtiyacım var, dedi. Uyursam ve unutursam, hepsi düzelebilir.
* * * Ertesi gün okulda görebileceğini düşünmüştü, ama gelmemişti. Sonraki gün de gelmedi. Gelmek zorunda mı, dedi kendi kendine. Elbette değil. Patikadan yürürken, hafif hafif yağmakta olan yağmuru düşündü. Kimbilir, dedi, neyi getirdi ve neyi götürecek hayatımızdan.” Kalemi masaya bırakıp kalktı. Gözyaşlarının düştüğü yerlerde mürekkep dağılmış, kelimeler okunmaz hale gelmişti. Aynada yorgun yüzüne bakarken sordu, cesaret isteyen o soruyu: Bu kadar mı bu hikaye? Cevaben bir iki yaş yuvarlandı yanaklarından. Hala ağlayabiliyorsa, yazamadıkları var demekti. Evet, bu kadar değildi bu hikaye. Tekrar sandalyeye oturdu, yeni bir kağıt çıkardı önüne. Ve bu sefer sorgulamadı yazdıklarını. Leylâ ne söylemek isterse, dedi, Kerem de onu duymak ister. Hikayenin son satırlarını, son damlalarıyla karıştırdı ve kalemi özgür bıraktı kağıdın üstünde. “Boş kağıda Leylâ yazarken Kerem, iki sıra önünde oturanın Leylâ olduğundan habersizdi. Bir iğde kokusunu biliyordu, bir de iki sıra önünde oturanı. Ve bilmediği bir şey daha vardı Kerem’in. İki sıra önünde, hiçbir şeyden habersiz oturan kız da, iki sıra arkasından, cam kenarından gelen iğde kokusunun kalbine düşürdüğü kelimeyi yazmıştı kağıda: Kerem. Aynı patikada yürüdüler günlerce ve arkadaki öndekinin kendinden haberi olmadığını sandı hep. Uyuyamadı birisi ve diğerinin ne kadar rahat uyuduğundan emin oldu daima. Halbuki aynı gece misafir oldu iğde kokusu rüyalarına. Aynı gece uyutmadı, aynı gece düşündürdü hayatı, hayallerini ve sevdiklerini. İkisi de kendi hikayesini yazıyordu, yazdıklarının, yarım kalan bir hikayenin eksik kelimeleri olduğundan habersiz. Onlara ayrılık, Leylâ ile Mecnun’dan, Kerem ile Aslı’dan miras kaldı. Bundandır ki, onlar vuslatı hep başka bahara bıraktılar. Ne Leylâ, Aslı olabilirdi, ne de Kerem, Mecnun…
Onlar sadece Kerem ile Leylâ olabilirdiler. Ve öyle oldular. Aslında, bu hikayenin sonu en başından belliydi. Bu hikaye, istenildiği gibi değil, gerektiği gibi bitti.” Mutlu bitmedi bu hikaye çoğusuna göre. Halbuki mutlu insan olmak seçilmiş olmaya değil, sevilmiş olmaya bağlıydı. Asıl mutluluk, yüzündeki kocaman tebessümden değil, kalbinde gömülü hüzünden anlaşılırdı. Tüm bunlara rağmen, hala bu hikayenin acı bir sonu olduğunda ısrarlıysanız ve sebebini sorguluyorsanız, sebep aşikardır:
” Ok değerse bir kuşun ancak kalbine değer. Bunu bilmeyecek ne var? “
Vildan ŞİŞMAN