Uzun zamandır huzursuzum. Bu yazıyı yazmadan önce hem ferdi hem de çevremde olup biten ve sonu asla gelmeyecek gibi görünen – şartlar böyleyken değişse bile ömrüm yetmez görmeye, biliyorum- sorunlarla boğuşuyordum. Haber izlemeyi uzun zaman önce bıraktım. Sosyal medya bağımlılığımsa daimi. Ben kaçmaya ya da görmezden gelmeye çalıştıkça daha da belli ediyor her şey kendini. Her köşeden bir yara çıkıp “ce “ diyor. E, fotosentez yaparak ya da bölünerek çoğalıp yaşayan bir canlı da olmadığıma göre, içimdeki isyan dalgası patlak veriyor her seferinde. Uluorta konuşuyorum artık. Kimi zaman sevgi kimi zaman nefret kusuyorum. Biz insanları düşünüyorum. Bağrından kopup geldiği toprağa hançer saplayan biz insanlar…
İnsan. Bir tragedya. Sivrisineğe savaş açmış bir vampir. Sahip olduklarına ortak istemeyen, ortak olana diş bileyen. Habil ve Kabil’i aynı potada eriten. Susuz bıraktığı topraklarda açılan derin bir yarık. Yağmur için akıtılan gözyaşları, açılan eller beyhude. Hem özünün hem ötekinin zindanı. Diliyle ördüğü duvarların gönüllü amelesi. Çığlık atan vicdanının aynası, yüzünden eksik etmediği sahte gülüşüyle. Sahi, bugün kaç beğeni aldık? Beğendik mi kendimizi? Hem de çok. Vahaya hasret yüreğimizde kaç çöl büyüttük? Kaçında kaybolduk? İbrahim’i ararken Hacer olup dermansız kaldık Safa ile Merve arasında. “Bir damla su ya Rab!” diye inlerken zemzemi haram eyledik nefsimize. Harap ettik cennet bahçelerini. Gül kokusu sinmiş eller çamura bulandı. Vicdanımız bir bataklık. Battık ve boğulduk. Birlik olup kuyuya attık kardeşlerimizi. İlk taşı atan biz olduk. Masum muyduk? Masum muyuz? Kendini öğüten muazzam bir makineyiz. Çığlıklarımızla döner her bir dişli. Üstelik bizi yerin dibine sokup kendimize getirecek bir Şarlo’muz da yok artık. Şarlatanlar ise baş tacı.
Yağmurda güneşe, güneşte yağmura hasret. Yaz’da kışı, kışta yaz’ı arayan. Sonsuzu kovalarken kendini bulamayan. Dev aynasında bir yansıma, okyanusta bir damla bile olmayan.
Adımız “İnsan”.
Yağmur KILIÇ