Bu berjer koltuğa en son oturduğunda evin içinde gülücükler dağıtan bir erkek çocuk ve gülen yüzüyle kahvesini getirip sehpaya bırakan sonra da odanın içine bir bahar ferahlığı yayan sevgi sözcükleri fısıldayan incecik bir kadın vardı. Ayaklarının dibinden hızlıca kaçıp giden bu kahverengi, parmak büyüklüğünde kırkayak yoktu o zamanlar. Ayrılıklar hep zamansız geliyordu. Tiksintiyle baktı kırkayağın ardından.
Seneler evvel kerpiç duvarları olan evin ışığını yaktığında sağa sola kaçışan haşereleri, yorganı kaldırdığında yastığı mesken tutmuş böcekleri kenara itip usulca yorgana sarıldığı geceleri, yağmur damlalarının saçaklardan çıkardığı tıngırtılar eşliğinde daldığı huzurlu uykuları, dinlediği müziklerde gecenin sessizliğinde hiç duymadığı notaları duyabildiği o eşsiz demleri hatırladı.
Varacağı son noktanın bu olup olmadığını o zamanlar düşünüp düşünmediğini anımsamaya çalıştı. Boynundan girip beyninin derinliklerinde mistik bir çığlık gibi yankılanan ağrının sinir edici hissiyle kütürdetti omurlarını. Cenazelerin üzerinden on gün geçmişti. İçtiği sigaranın, ettiği küfrün haddi hesabı yoktu. Aslında eşşekler gibi bildiği bu sona birilerini ortak etmiş olmanın hüznüyle sarsıldı. Yediği bu bokun temizlenecek tarafı kalmamıştı.
Çınlayan kulakları beynini bir davul gibi zonklatırken odanın içinde gezen kahkahaları, mutluluk emarelerini, bir çocuğun emekleyişlerini, bir kadının hayalini dinlemeye mahkum olduğunu anladı. Dayanılmaz sancılar sardı bedenini. Nefesi kesildi. Sırtı ürperdi.
Kırkayak hala gözünün göremediği kuytulara girip çıkıyor belki de kendi hissettiği şeyleri, duyduğu sesleri duyduğu için o da, odadan kaçıp kurtulacak bir delik arıyordu. Girmek istemediği bir yerden çıkmak için debeleniyor, tanrının verdiği sayısız ayakla değme yaratıklara taş çıkarırcasına seğirtiyordu. Kulaklarında kırkayağın kalp atışları yankılandı bir an. Nefes nefese koşturan ve kendince uçsuz bucaksız bir odanın sonsuzluğunda kaybolmak üzere olan bir kırkayakla aynı havayı teneffüs ettiğini düşündü.
Biliyordu. Ta seneler evvelinden biliyordu kırkayakların zararsız olduğunu. Kimseyi ısırıp öldürmediklerini onlarla defalarca yatağını paylaştığı için biliyordu. Sevgi dolu ellerin pişirdiği son yemeklerin bulunduğu ağzı açık tencerelerin içine girip çıktığını düşündü kırkayağın. Tezgahın üstünde duran zerdalilerin üstünde gezdiğini, o uzun,tüylü bacaklarıyla oğlunun beşiğinin yanlarında dolaştığını düşündü. Tiksintiyle baktı peşinden. Nefesi, bir kılıç gibi kesiyordu gırtlağını artık. Günlerdir taş öğüten midesi ekşi sular salıyordu boğazına. Ağzında biriken kekremsi tadı tükürüp öğürmek, kusmak istedi.
Hınçla doğruldu yerinden. Kapının altındaki boşluğa doğru var gücüyle giden kırkayağa kilitlenmişti gözleri. Ayağındaki terliğin tersiyle ve bir hamlede vurdu kırkayağa. Sümük gibi döşemeye yayılan böceğe tiksintiyle bir kez daha vurdu. Kopup giden bacakları bir müddet daha kendisinden uzakta çırpındı, titredi; belli ki kalkıp gitme içgüdüsü hala devam ediyordu ama bunda başarılı olamadı. Tekrar geçirdi ayağına terliği. Halıya süpürerek temizledi terliğinin tabanını.
…
Kesif insan eti kokusundan artık durulmayan bir öğlen vakti evin kapısı kırıldı. Evin içinde uzun zaman önce ölmüş hayatların tılsımlı nefesleri geziniyordu sanki. Ağır bir koku gelenleri geri püskürtmek istercesine yayılıyordu. Berjer koltukta çürüyen burnu düşmek üzere olan bir erkek cesediyle karşılaştı polisler. Tiksintiden yaklaşamayan polislerin kusmuklarına basarak cesedin yanına giden ilk kişinin yerde bulduğu kağıtta şöyle yazıyordu;
“Ayaklarımın dibinden hızla kaçıp giden kırkayağa tiksinerek baktım. Benim artık dokunamayacağım oğlumun ve karımın mezarlarında dolaşacak olması hissi beni tedirgin etti. Öldürmemeliydim kırkayağı, çünkü zararsızdı. Öldürdüm, çünkü midemi bulandırıyordu. Tam da bu sebeple intihar ediyorum. Bir gün öfkeyle üzerime basıp beni duvara ezecek bir yazgının varlığıyla yaşamak midemi bulandırıyordu”
Süleyman DEMİR