“Greenwich yıllığı var sokaktaki adamın ve istediği zaman elde edebileceği bilgiden dolayı gökyüzündeki tek bir yıldızı dahi tanımıyor artık. Gündönümünü gözlemlemiyor.”
Teknik uzmanlaşma ve dengesiz büyümenin doğal bir neticesi olarak, motor, piston ve vites kolları olmadan ayakta durması mümkün görünmeyen Yirminci Yüzyıl pek çok sanatsal tartışmanın patlak verdiği bir dönem oldu.Bu tartışmanın yörüngesinin, sanat ile yaşam arasındaki git gide açılmakta olan çatlak olduğunu hatırda bulundurmakta fayda var.Kendisi de modern çağa özgü olan yoğun iş saatleri ve koşuşturmacanın yarattığı otomatizasyon ile birlikte ortaya çıkan, yaşamdan tat alamamayı, çevreye ve tüm nesnelere yönelik oluşan sıkıcı uyuşturucu etkisini aşma çabaları bunlar içinde belki de en önemlisini teşkil ediyor. Sinbad ya da Odysseus anlatılarında olduğu gibi geçen gün ve dakikaları,çevresine dikkat etmesini gerektirecek ölçekte serüven dolu ve şaşırtıcı olmayan sıradan insan (Homo SapiensOrdinaire), yani modernitenin yarattığı ve onu ayakta tutan insan, bütün bu tartışmaların odak noktasındadır. Doğalgaz faturasını yatırmaya giderken otobüs beklemeniz, öğrenci işlerinden imza alabilmek için mesai saatini tutturmaya çalışmanız, ya da sabaha yetişilecek iş için telefon alarmını yeniden kurmanız, Yuvarlak Masa Şovalyeleri’nin Kutsal Kase’yi elde etmek için canavarlarla savaşmalarıyla, ya da Kral Jason’ın gemisiyle yolculukları esnasında Lemnos Adası’ndaki kocaları olmayan kadınlar tarafından baştan çıkarılmasıyla kıyas edilebilir kalibrede coşkun olamayacaktır asla. Modernlik öncesi insanı, yaşamına etkide bulunan bu olağanüstülüklerin kültürel ve imgesel etkisiyle kendi yaşamını merak ve dikkat ile donatabilme şansına sahipti. Her yeni gün, Tanrıların ona bahşettiği bir macerayla birlikte ona yeni bir dünya sunabilirdi.
Ancak otomatikleşmeyle birlikte reel hayatın sundukları, sanatın kendisini tehdit etmeye başladığı içindir ki bir yandan sanatçılar SituationistEnternasyonel’i kurarak sanatın çevreden soyutlanmasıyla savaştılar, öbür taraftan ise sürrealizm gibi akımların peşinde yenilikler aradılar. Bu modern bunalıma AndreBreton gibi suçlular bularak “…gerçekçi bakış açısı bana açıkça tüm entelektüel veya ahlaki ilerlemelere karşı düşmanmış gibi gelir. Bayağılıktan, nefretten ve sıkıcı bir kibirden ibaret olduğu için ondan nefret ediyorum” diyebileceğiniz gibi, mevcut yaşam içerisinde bunu dönüştürecek tekniklere de başvurabilirsiniz. Halen hak ettiği ilgiyi görememiş olan Viktor Shklovsky’ninOstranenie kavramını merkeze almak bu yüzden önem taşıyor. Shklovsky, ostranenie kavramıyla dilin ve çevrenin her gün karşılaşıldığında insanda oluşturduğu uyuşturucu etkiyi kırmayıve yeni bir algıyı geliştirmeyi öne sürer. Bunun için Teknik Olarak Sanat metninde, algı yitimine dair belki de en iyi örneklerden birisi olan Tolstoy’un anılarından bir pasajı aktarır; Tolstoy burada tam da sözünü ettiğimiz otomatikleşmenin kendisi üzerindeki etkisinden yakınmaktadır:
“Bir odayı temizliyor, ortalıkta avare avare dolaşıyordum, sedire yaklaştığımda onun tozunu alıp almadığımı anımsayamadım. Bu hareketler alışılmış ve bilinçdışı hareketler olduğundan anımsayamazdım, bunun anımsanmasının olanaksız olduğunu hissettim -yani, tozunu almışsam ve bunu unutmuşsam- yani, bilinçsiz olarak yapmışsam bu işi, o zaman yapmamış olmamla aynı şeydi bu. Eğer bilinçli biri seyrediyor olsaydı, o zaman durum saptanabilirdi. Ama hiç kimse bakmıyor idiyse ya da bilinçli olarak bakmıyor idiyse, eğer birçok kişinin karmaşık yaşamları bilinçsiz olarak sürüyorsa, o zaman bu türlü yaşamlar hiç yaşanmamış gibidir.”
Tolstoy’un anılarında bahsettiği bu gün içinde alışılmış olanın, bilinç akışına vermiş olduğu zarar,aslında insan için ‘duyumsanan’ her şeyin etkisini ve hazzını azaltır. Sanki insanın hassasiyet ayarlarıyla bir mühendis ordusu oynamış gibidir. Bu türden bir yabancılaşmanın karşısında sanat, Shklovsky’e göre bu kaybedilen duyguların yeniden diriltilebilmesi için vardır. Çevredeki çiçekleri, bitkileri, döşemeleri, ahşabı…bir matematik formülü ile muhatap olur gibi değil, gerçekten duyumsamak için, taşı “taşsıl” hale getirebilmek için sanat vardır. Çünkü tanıdık olmaya başlayan şeyler çok kolay sıradanlaşır ve algımızdan kaçarlar. Bütün dünyanın, çevrenin ve hatta insanların sıradanlaşması ve algıdan kaçması ise ruhun naaşının betona dökülerek defnedilmesi anlamına gelecektir ki modern metropol hayatı bunun laboratuvarıdır. Pratik olanın mutlak hakimiyet sağlamasına izin verilmesi durumunda bitkisel hayatın başlaması kaçınılmazdır.
Yirmi dört saatlik bir gün içerisinde karşılaşılan nesnelerin, olay ve canlıların şok edici etkisinin arttırılması ve algının kendi habitatından daha fazla haz alabilmesi, alışkanlık zehrini kırmasıyla mümkün olabilir.Ostranenie’nin kullanımları ve uygulanabilmesi, edebiyattan fotoğrafçılığa kadar birçok alanda oldukça zor olsa da algı duvarlarının aşılabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır bu yüzden.
Alışılmış Mekanlara Bir Görme Engelli Sanatçı İle Yeniden Bakış
Alışılmış olan dünyaya, daha ilk sefer gözlemliyormuş gibi yeniden bakmak için fotoğrafçılık sanatının sınırlarında dolaşmak gerekiyor. Pete Eckert, yirmi yedi yıldır görme engelli olan ödüllü bir fotoğraf sanatçısı. Sanatının şaşırtıcı yanı, görsel dünyanın basmakalıplarından farklı olarak, bir görme engellinin ‘görsel’ dünyasını anlatması. Pete Eckert, her gün karşılaşılan objelerin, çevrenin, ışık oyunlarının ve atmosferin, görsel algının sınırlarından çekilmiş fotoğraflarını sunuyor bizlere.
Görme duyusu kademe kademe yok olurken annesine ait 1950’lerden kalma bir Kodak fotoğraf makinesi bulması, Eckert’ın hayatını değiştirdiği gibi yaşamı için yeni bir kapı da aralar. Mimarlık eğitimi alan ve geçmişte heykeltıraşlık ile uğraşmış olan Eckert, görme duyusunu neredeyse tamamen kaybedinceye dek fotoğrafçılık alanı ile ilgili araştırmalarda bulunur ve elindeki eski makinenin kızılötesi özelliğini keşfetmesi de sanatını ifade edebilmesi için bir milat teşkil eder. Görme duyusu olan dünyada bir turist olan Eckert’ın bu dünyaya kazandırabilecekleri ise ondaki sınırlı algının, görme yeteneği olanların dünyasındaki duyarsızlaşmış algıyı ‘sanatsal’ hale çevirebilmesinde yatmakta. Aldous Huxley’in, Algının Kapıları eserindeki deneyi olan, sanat yapıtlarına meskalin alıp bakarak algısının dönüşümünü incelemesi ve “bütün renklerin yüksek bir güce ulaştığını”, böylece kişinin “normal zamanlarda bütünüyle kör olduğu sayısız derecede farklı hoşlukta gölgeyi” algılayabilir hale geldiğini gözlemlemesinin (Huxley, Aldous, 2009, The Doors of Perception and Heaven and Hell, Harper Perennial, New York, s:27) benzeri bir algı deneyi, bu defa algının en keskin noktasında duran Eckert tarafından gerçekleştiriliyor.
Bir fotoğrafçıdan daha çok bir kavramsal sanatçı olan Eckert, öncelikle çalışmasının her bir parçasını “zihninin gözüyle” görüyor; işitme, hafıza ve dokunmayı kullanarak. Görme yeteneği olanların sınırlamalarından uzak halde, mekan/uzamı 360 derecelik bir açıyla algılayabildiğini söyleyen Eckert’ın bu mekan algısı, sadece belirli bir merkez ve perspektiften algılamaya zihni koşullanmış ve alışmış olan görme yeteneği olanlar için tümüyle yeni bir durum. Mekan içerisinde sürreal ışık resimleri olan bu tarzın asılözelliği, görme engelli ya da kısmen görebilen kişilerin algısına dair ipuçları sunması. “Algının hudutlarında dans ederek bir imajı inşa edebilmek için bilgi toplamak” şeklinde adlandırıyor bu yüzden çalışmasını Eckert. Sadece belirli ışıkları algılayabilen bir sanatçının dünya ile ilişkisi, görme engelliler için hep söylenen karanlık etkisi ile ışığın buluşması anlamına da geliyor. Böylece gündelik hayatta görülebilecek mekanlar olan mutfak, sokak, bar gibi yerleri, yoğun bir ışıklandırma nöbeti altında kendi gözünden seyretme imkanımız doğabiliyor.
Görme yeteneği olanlar için ‘görme’nin etkisi ile Eckert’ın imajla arasındaki bağın doğal olarak çok daha farklı bir zamansallığa bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Görsel toplum içinde yaşayan bir birey, birçok zaman doğrudan imgelere değil, sembollere odaklanır. Müze gezileri esnasında esere değil,eserin önünde duran plakettekiyazıya bakarak geçip gitmek, yani sembolün, nesnenin gerçekliğinin önüne geçmesi çok yaygın karşılaşılan bir durumdur. Göstergeler yığınından oluşmuş bir imaja, görme yeteneği olan ile bu yetenekten yoksun olan kişinin vereceği tepki de daha farklı olacaktır. Görsel insan için baktığı çevre, gördüğü anda algılandığı için bu ‘görme’, çok dar bir süreyi (duree) kapsar. Ancak Eckert için bütün bu fotoğraf çekiminin içerisinde sadece anlık bir bakış değil, çok uzun bir süreç bulunuyor. Burada fotoğraf çekiminin kendisinin bir imaj olduğunu söyleyebiliriz. Aynı görüntünün gündelik yaşam içerisinde ilgimizi bile çekmeyecek alışıldık fotoğrafı ile görmenin sınırındaki fotoğrafı arasındaki fark, algının etkilerini gözler önüne sermesi açısından önemlidir.Nesnelerin ve yaydıkları ışıkların normal gözlerde kendilerini göstermeyen şiddetini bu sayede algılayabilmekteyiz.
Hegel’in estetiğe hiyerarşi biçen ve bir taraftan insanın görme duyusu ile duymayı ‘spiritüel’ ve ‘sanatsal’, öbür taraftan dokunma, koku alma ve tat almayı ise ‘hayvansal’ olarak sınıflandıran düşüncesi açısından bir kopuş olarak değerlendirebiliriz bütün bu ‘imaj süreci’ni aslında. Eckert’ın yöntemiyle görsellik, farkında olmadıklarını duyumsayabilmek için kendine kapalı olan bir alandan yardım alıyor. Otomatik olarak algılanan ve işte bu yüzden de çarpıcı etkisi azalan görme yetisi, farklı ve zıt görme biçimleriyle desteklenerek yenileniyor.
CEM ORHAN
KAYNAKÇA
Emerson, RalphWaldo, (2008), Nature, PenguinBooks, London
Breton, Andre, (2009), Sürrealist Manifestolar, Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul
Huxley, Aldous, (2009), TheDoors of PerceptionandHeavenandHell, HarperPerennial, New York
Lemon, Lee T.,Reis, Marion j, (1965), Russian Formalist Criticism: FourEssays,UniversityOf Nebraska Press, Lincoln